Yol Ayrımı (7 yılda bir çıplak gözle izlenebilen Yavuz Turgul - Şener Şen buluşması)
Bu hafta vizyonda her zevke özel bir film göreceğiz: Polisiye sevenlere Doğu Ekspresinde Cinayet, Avrupa sineması sevenlere Umudun Öteki Yüzü, belgesel sevenlere de Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali... Ama biz en çok Yavuz Turgul'un başrolde Şener Şen'i oynattığı Yol Ayrımı'nı konuşacağız. Sadece birbirlerinin projelerinde çalışan, diğeri olmadan selfie bile çekmeyen ikiliyi 7 yıl sonra görmenin sevincini yaşayacağız. Yaşımız yetiyorsa özlediğimizi fark edecek, yetmiyorsa Şener Şen ustaya bakıp bakıp "Ne tatlı bir dedeymiş!" diyeceğiz.
Şener Şen'in sonrasında hiç Yavuz Turgulsuz bir filmde oynamadığı Eşkıya'nın kamera arkasına bakalım da, hafiften bir nostalji yapıp öyle geçelim o zaman yazıya:
Yol Ayrımı - Köylü düşmanı Maho Ağa’lıktan işçi sınıfı düşmanı Mazhar Bey’liğe yükselen Şener Şen…
Türkiye sinemasındaki pek çok şahane filme imzasını attı Yavuz Turgul... O ve Şener Şen bir araya gelince muhteşem bir doğa olayı gibi oldu. Turgul'un yazdığı Şekerpare'de, yazıp yönettiği Muhsin Bey'de, Eşkıya'da, son olarak da Av Mevsimi'nde Şener Şen, pek başarılı karakterlerle aklımıza kazındı. Turgul filmlerinde her türlü dışlanmış-unutulmuş adamı oynayan (kapıdaki korumaların bara girmesine izin vermediği adamı oynamadı bi') Şen, bu yeni filmde de yeni kararlarından dolayı ailesinin dışladığı patron rolünde...
Patron çıldırdı!
Yol Ayrımı, fragmanda gayet net bir şekilde gördüğümüz gibi, acımasız bir tekstil şirketi patronuyken geçirdiği trafik kazası sonrası değişiveren Mazhar Kozanlı'nın (Şener Şen) dönüşümünü gösteriyor. Böylece trafik kazasının şimdiye kadar görmediğimiz bir yararına rastlıyoruz: Vicdana gelmek! (Arabanın uygun bir açıyla çarpması lazım ama, siz evde denemeyin.) Vicdana gelen Mazhar'ın aklına fabrikadan attığı işçiler geliyor ve birtakım köklü dönüşümler yapmak istiyor. Tabii anası olacak cadı izin verirse!
Yavuz Turgul’un iyi öykücülüğü kendini fazlasıyla belli ediyor. Bir kez daha toplumun çözülen ilişkilerini ele alırken kamerayı da güzel kullanıyor, usta bir şoförün arabasındaymışız gibi rahat ediyoruz. Kamera kalabalık arasında yılan gibi kıvrıldıkça, mekanın gerilimini de sıcaklığını da hissediyoruz.
Durduk yere gelen Yavuz Turgul deme isteği...
Filmde Yeşilçamlık bir durum var mı yoksa o bizim Yeşilçamlığımız mı?
Yavuz Turgul, 'ikinci bahar', 'eski dostlar' gibi öğeleri yine kullanırken karanlık aile ilişkileriyle gerilim yaratıyor. Yeşilçam’daki 'patrona karşı aile dayanışması' bu sefer patronun oturuk düzeni (evet, oturuk) değiştirmek için ailesiyle mücadelesine dönüşüyor. Aile içindeki ikiyüzlülük teması filme Avrupai bir hava katıyor, "Aa Avrupa filmi ikiyüzlülüğü, merhaba Avrupa filmi ikiyüzlülüğü hıhıhıh" diyoruz (Kemal Sunal dublajıyla).
Avrupa demişken öyküde önemli bir yer kaplayan bisiklet, İtalyan sinemasının başyapıtı Bisiklet Hırsızları'na güzel bir gönderme oluyor. Bisiklet, hem baba-çocuk ilişkisini hem de sınıf çatışmasını temsil ediyor. Bir de Mazhar'ın bisiklet tutkusu "İş yerine bisikletle gidip gelen patron olayım da Avrupai bi' havam olsun" anlamına geliyor. (Ya da belki gelmiyordur da ben uydurmuşumdur...)
Bu filmdeki mobilet neyi temsil ediyordu ya?
Senaryonun kıvamı da yerinde: Ne Yeşilçam'ın umut veren saflığına (sarılalım, direnelim) bel bağlamış ne de sert bir gerçekçilik tutturmuş, ortasını bulmuş Turgul... Bu noktada, en çok Nur'un Gemisi mekanını sevdim. Düzenin dışladığı insanların çalıştığı bu kafedeki sıcak ortam, İkinci Bahar dizisi samimiyetine benziyor, ortam birden Ali Haydar Ustalaşıyor ve dışlananlar için gerçekçi bir alternatif sunuluyor. Yani, müşteriye ıspanaklı gözleme götürürken alternatif bir oluşumun parçası olmak mümkün oluyor.
Hazır ortamı kurmuşken Vegan Kafe'de geçen bir İkinci Bahar uyarlaması yapsanız ya bee...
Fakat kulp takmadan da duramayayım:
Senaryonun psikolojik boyutu biraz eksik... Mazhar'ın dönüşüm anı geçiştiriliyor, sonra adam "Şundan şundan dolayı şu şekilde değiştim" diye açıklasa da ikna olmuyoruz. Çünkü biz bi' şeyi baştan duymazsak kıllanırız, "Dediği gibi olsa baştan söylerdin" deriz. Bir de bazı replikler gereğinden uzun gibi; uzunca konuşmaları dillendiren oyuncular duyguya girmekte zorlanıyor gibi... Tam da Twitter’ın 280 karaktere geçip 140 karakterli tweet'leri özlettiği şu günlerde daha kısa repliklerle konuşsunlar isterdik! Ayrıca repliklerini görsellerle-videolarla süsleseler daha fazla etkileşim alabilirlerdi bence...
- Bu eski sevgiliyi stalk'lama işi böyle mi oluyordu ki?
Şener Şen’den bahsetmedin hiç?
Usta yine ustalığını gösterip rolünün hakkını ustaca veriyor (saygılar usta, öpeyim usta). Mimiksiz oynaması gerekirken tam mimiksiz oluyor, tatlılılaşması gerekince pamuk şekere dönüyor, öfkelenmesi gereken yerde de Eşkıya'ya dönüşüyor*. Arayış içindeki rolüyle Gönül Yarası’ndaki Nazım'ı da hatırlatıyor, şaşkınlıklarıyla Badi Ekrem’i de... Sırf canım öyle istediği için Şekerpare'deki Ziver'i ve Kibar Feyzo'daki Maho'yu bile hatırlatıyor! Bakalım siz kimleri hatırlayacaksınız...
Bu arada Nihal Yalçın da (hani şu Yalan Dünya'daki Açılay var ya, kalın dudaklı hani, Disko Kralı'nda da vardı... Bildin?) solcu işçi Emine karakterini çok gerçekçi oynuyor, çok da güzel can veriyor. Filmde ustadan sonraki en iyi performans onunki diyebiliriz. Kendisine kocaman bir alkış alalım mı?
* Boyun gıdımla döverim lan seni!
İlginç bilgiler: Filmde Mazhar'ın annesini canlandıran Çiğdem Selışık Onat’ın, Şener Şen’den sadece iki yaş büyük olduğunu biliyor muydunuz? (İlginç bilgiler sonu… İlginç bilgiler sonu...)
Puan: Ustalara Saygı 75'i
Doğu Ekspresinde Cinayet (Murder on the Orient Express) - Cinayet evde olunca katil uşak oluyordu ama?..
Agatha Christie'nin 1934'de yayımlanan romanı, 1974'de Şark Ekspresinde Cinayet adıyla sinemaya uyarlanmıştı. Şimdi biraz daha CGI'lı olarak Kenneth Branagh yönetmenliğinde tekrar perdeye geliyor.
Sivas'tan geçer mi?
Dedektif Hercule Poirot’yu yönetmen Kenneth Branagh canlandırıyor ve oyuncu kadrosu vay anam vay dedirtiyor. Galaya sarhoş gelen Johny Depp* başta olmak üzere gözlerimiz Michelle Pfeiffer'ı, Penélope Cruz'ı, Willem Dafoe'yu ısırıyor (Şimdi alınmasın gücenmesin ama bu Dafoe'nun suratında hep bi' seri katil potansiyeli vardır, kıllandım)... Öykü ise tahmin ettiğiniz gibi; doğudan gelip Avrupa'ya yapılan tren yolculuğu, gizemli bir şekilde ölmeye meraklı bir kurban ve cinayetin çözülmesi için trende mahsur kalan 13 yabancı...
Sonuçta, katil tekrar saldırmadan önce bulmacayı çözmek gerekiyor. Bu arada film tek mekanda geçtiği için kamera seyircinin arasına girip coşturan bir şarkıcı gibi, sürekli hareket ediyor, uzaklaşıyor yakınlaşıyor, sağ sol yapıyor, tavana çıkıyor... derken öykünün debdebesi ile uyumlu duruyor.
* Ucuz diye bindiğim Doğu Ekspresi'nde 10 saat yolculuk yaptıktan sonra bu hale geliyordum ben de.
Umudun Öteki Yüzü (Toivon tuolla puolen) - Finlandiya'ya da mı kaçamıyoruz şimdi?
Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki'yi bilen bilir; çok kamera hareketi kullanmayı sevmez, daha çok renkleri kullanmayı, yeşilin ve mavinin tonlarını sever, poker surat komedisine, güzel müziklere ve Finlandiya'ya çakmaya da bayılır. En son Le Havre diye güzel bir film çektiydi, şirin bir mülteci çocuk için tüm mahallenin seferber oluşunu gözyaşları eşliğinde izlemiştik (İskandinav filmi izleyen mağrur bir Yeşilçam kitlesiydik)... Kaurismäki yine mülteci meselesinden devam ediyor; Halep'ten kaçtıktan sonra yolu Helsinki'ye düşen Khaled ile burada bir restoran işleten Wickström'ün öyküsünü sunuyor.
Berlin Film Festivali'nde de En İyi Yönetmenlik kazanan film, Avrupa'nın mültecilere bakışını gösterirken Finlandiya bile gözümüzde bürokratik ve yer yer ırkçı kalıyor. İskandinavya'dan hiç beklemezdik doğrusu, küsüyoruz.
Diğer:
Ağır Kelepçe: Cüneyt Faruk Arkın'ın yönettiği Ağır Kelepçe, aynı hapishanede kalan Cüneyt ile Arkın'ın öyküsünü anlatıyor. İsim benzerliği dikkat çekiyor, merak edilip fragman açılıyor ve son zamanlarda izlediğim en kötü şeyle karşılaşılıyor. O çekimler, o dublaj, o efektler... Of anam ooff!
Mutluluk Zamanı: Senaryosundaki Buğra Gülsoy imzası dikkat çeken film (niye çekiyor bilmem, iyi adammış gibi geliyor), haftanın romantik komedisi... Zengin ve başarılı Mert ile heykeltıraş Ada'nın ilişkisini görünce "Aa bu şey değil mi ya, yaz dizisi?" diye önyargılanıyoruz hafiften...
Yanlış Anlama: Fragmanının ilk 5 saniyesinden sonra ne olduğu anlaşılıyor: Sinek sokması üzerinden 'cinsel sokma'ya gönderme yapan yapısıyla, kültürümüzü hakkıyla yansıtan bir yerli komedi... Azerbaycan'la aynı anda vizyona giriyor, herhalde kültürlerin yakın olduğu düşünülüyor.
Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali: Sabahattin Ali'nin yaşamı, yakınlarının ağzından verilirken Türkiye'nin o dönemleri de anlatılmış. Almanya, Bulgaristan ve Türkiye de çekilen belgesel iki yıl sürmüş. İlk kez 2012'de vizyona girmiş ama kimse ilgi göstermemiş. Şimdi bari ilgi gösterelim; Ali'nin yazıp yazıp başına bela aldığı siyasi mizah gazetesi Marko Paşa'yı da öğrenip, "O zamanın Zaytung'unu da bu abiler çıkarıyordu işte" diye saygı duyalım.
SONUÇ - Şener Şen'i ne zaman göreceğiz bi' daha?
Bu hafta, giriş kısmında da yazdığım gibi herkesin zevkine uygun bir film var, Yol Ayrımı da Doğu Ekspresinde Cinayet de Umudun Öteki Yüzü de tercih edilebilir. Ben sizin yerinize olsam önce Yol Ayrımı'na giderdim, "Ulan Ayla'ya bile 2 haftada 1.5 milyon insan gittik, buna niye gitmeyelim?" derdim. Sonra, Başka Sinema iyice gelişip serpilsin diye, içinden güncel sorunlar geçen, ödüllü film Umudun Öteki Yüzü'nün yolunu tutardım. Sabahattin Ali belgeselini de unutmazdım tabii. (Hiç yardımcı olmuyorum di mi ya?)
Haydi o zaman bol filmli haftalar hepinize, iyi bakın kendinize...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Haftaya, Justice League'yi, yani Adalet Birliği'ni konuşacağız. 'Adalet Birliği' deyince de muhalefet birleşip platform kurmuş gibi duruyor, basın açıklaması yapacaklarmış gibi...)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta paylaş twitter'da paylaş Allah'a havale et