Davetiyemiz Yettiği Kadarıyla Filmekimi İzlenimleri: Carol, Son of Saul, Ex Machina, Ixcanul, London Road...
Sonbaharın en güzel film etkinliği Filmekimi'nden hepinize selam ederim sevgili Zaytung Sinema takipçileri. "Biz de sinema şeysiyiz. Bizi de davet eder miniz? Bence edersiniz. Etsenize..." diye mail atıp kendimizi zorla çağırtmış gibi olsak da ne yaptıysak sizin için yaptık...
Bu iş için bizzat ben tee Eskişehirlerden kalkıp İstanbul'a film izlemeye geldim. Güzel kokular süründüm, ütülü gömleklerimi kuşandım, sakallarımı incelttim, tüm eleştirel tavrımı takınıp hepinizi layıkıyla temsil etmeye çalıştım.. Eşim dostum da sağolsunlar yalnız bırakmadılar, dualarla, türkülerle, halaylarla uğurladılar beni Eskişehir otogarından. Hadi, Allah utandırmasın...
-En büyük eleştirmen, bizim eleştirmen...
Saul'un Oğlu (Son of Saul) - 'Cannes'dan 4 ödülle dönen...' diyeyim gerisini sen anla
Son araştırmalara göre, dünya üzerinde her 2 saatte bir çekilen Nazi konulu yapımlardan biri bu Macar filmi. Özgün bir içeriğe sahip yine de. Filmde Sonderkommando görevinde bir arkadaş var (Twitter'da, Ekşi'de rumuz yaparsın bunu). Bu görevdeki insanlar toplama kamplarında çeşitli iğrenç görevleri yaparak ölmekten kurtuluyorlarmış. Bizim herif az vicdanlı. Emre itaat etmeyerek bir çocuğun cesedini yakılmaktan kurtarıp gömmeye çalışıyor (İçinde dört "eylemsi" barındıran bu cümle savaş mağduru çocuklara gelsin).
Filmin, içinden dialog geçmeyen fragmanı:
Saul'un Oğlu, Hayat Güzeldir gibi duygulara boğmuyor bizi, Schindler'in Listesi gibi "İzleyiciyi koltuğa çivileyeyim" diye epik filmlik taslamıyor. Daha minimal bir anlatım benimsiyor ilk filmini çeken yönetmen. Mesela arka planda işkenceler, cinayetler var ama orayı flulaştırıyor. "Karaktere odaklan" diyor bize. Film boyunca sonderkommando arkadaşın ensesine yapışıp takip ediyoruz. Deyim yerindeyse dötünden ayrılmıyoruz. Gerildikçe gerilip daraldıkça daralıyoruz...
Benzerlerine taşra şehrimde pek rastlamadığım kocaman Rexx Sineması, cep sineması atmosferine bürünüyor böylece...
-Yok beee, bence yarısından sonrası fotomontajdır bunun....
Puan: Nazisine 60, ensesine 70, sinemasına 80
FİLM SONU
Bilinçli bir festival izleyicisi olarak jeneriği sonuna kadar okuyorum. Sinema çıkışında isimlerin hiçbiri kalmıyor aklımda. Bi' dahakine daha dikkatli okumak lazım. Bu arada siyahlar içinde bir sinema yazarı görüyorum sigara içerken. Yanımdan hızlıca geçip gidiyor ve gözden kayboluyor gizemli eleştirmen! Cılız bir "Arthouse..." sözcüğü dökülüyor ağzımdan...
İki sigara sonra Carol başlıyor:
Carol - 50'ler ABD'sinin sinematografik lezbiyenleri...
Koca Rexx Sineması'nda ikinci seansım. Hemen yanımda şirin mi şirin iki teyzem oturuyor. Muhabbet koyu: Carol'ın yönetmeni Todd Haynes'in eski filmlerinden falan bahsediy... Bi' dakka, nasıl ya? Dönüp bi' daha bakıyorum. Evet kanlı canlı teyzeler, n'olmuş yani, onlar sinema konuşmasınlar mı?! Lanet olası önyargılarımı kırıyorum...
Vurur yüze ifadesi / Carol izliyor bi'tanesi...
Carol, 50'ler ABD'sinde geçiyor. 50'ler ABD'si deyincesi, hemen kahverengi ağırlıklı renk skalası ve modaya uygun kostüm dayayıp keyfine bakan bir sinematografi hayal ediyoruz ama öyle değil. Öyle olsa getirirler mi be!
50'lerin muhafazakar Amerikan toplumunda cinsel yönelimlerinden dolayı dışlanmaya açık iki kadının aşklarını yaşamaya çalışmasını izletiyor bize Todd Haynes...Cate Blanchett'in can verdiği, yüzüne kan getirdiği Carol; bir kız annesi, orta yaşlı-orta sınıf bir kadın. Kızına hediye almak için oyuncakçıya girdiğinde gördüğü genç tezgahtar kızdan hoşlanıyor bu. O da boş değil, Carol'a yeşil ışığı yakıyor ve "Bir çay içebiliriz"de anlaşıyorlar. Çevresindeki muhafazakar mürdüm eriklerine rağmen ilişkilerini yaşıyorlar.
Tabii sarışın güzeli Carol biraz çekiyor bu durumdan...
Şekil 6.1 Şöyle hafiften Yeşilçam'ın kötü kadın karakterlerini andıran Carol
Yani işte senaryosu ortalama olsa da çok acayip sinematografisi var filmin. Renklerine, yakın çekimlerine, geçişlerine özenle çalışılmış. Todd Haynes sırf iki senesini kurgu masasında geçirmiş, bu süreçte insanlıktan çıkmış diyorlar...
Puan: Sinematografisine 90, kalanına 60
ERTESİ GÜN
Gün iyi başlamıyor. Otelin açık büfe kahvaltısında (4 çeşit) tanıştığımız bir abi, geçirdiği zorlu hemoroid sürecinden bahsediyor. Ya tamam, iyi bir sinematografiyle belki izlenebilir ama kahvaltıda dinlemesi de çekilmiyor! Neyse, hemencecik çıkışımı yapıp Karaköy İskelesi'nden vapura atladığım gibi İstiklal'e geçiyorum. Bir ananas dilimi alıp yol boyunca şapırdata şapırdata yiyerek Beyoğlu Sineması'na ulaşıyorum. Sırada Ixcanul var:
Ixcanul Volcano - Patlayacak volkan filmde durmaz...
Neresi buralar biliyor musun? Starbucks'tan aldığın, "ağızda duru bir tat bırakan yumuşak içimli" Guatemala Antigua kahvesinin yetiştirildiği yerler. Mevsimlik işçiler, her an patlayacakmış gibi duran yanardağ taraflarında kahve toplayıp üç kuruş paraya çalışırken kameralarımız Maya yerlilerinden bir aileye odaklanıyor.
Biz de odaklanabiliyor muyuz?
17 yaşındaki Maria, ailesi tarafından ev sahibi herife verilmek istenir (töre her yerde töre). Kız ise asıl gönlünün olduğu Pepe'yle ABD'ye kaçmak istemektedir. Yönetmen, Mayalıların doğayla kurduğu ilişkiyi sahne sahne gösterirken (domuzlar azsın da çiftleşsin diye ağızlarına rom doldurulması süperdi!) Maria'nın kara bahtı hakkında duyarlılık sahibi olmamızı istiyor.
Ah Maria, cinselliği tatmak isterken hamile kalan garibim Maria... Bileydim bir Guatemala yerlisi ağıtı yakardım sana... Film boyunca neye üzüleceğimi şaşırdım: Annenin İspanyolca bilmemesine mi, Maria'ya mı, gece gündüz çalışıp hakkını alamayan Mayalılara mı?!..
Kocaları kahve plantasyonunda okey atarken odun taşıyan cefakar Maya kadınları...
Şimdi de dünyadan haberler: Film Berlin Film Festivali'nde Gümüş Ayı ödülü almış, gerçekten Maya yerlisi olan oyuncular ödül gecesinde Avrupalıların pek dikkatini çekmiş... Avrupalı dediğin azıcık güneyden-doğudan insan gördü müydü hemen evcil hayvan gibi sevmeye başlar bilirsin!
Son olarak: O bölgede yaşayan ve söz sahibi olan ruhani rehberin rom ve puroyla yaptığı dini ritüel, din seçimi konusunda çekimser olanlar için ideal...
Puan: Yerlisine 90, yabancısına 60
'LONDON ROAD' GÖSTERİMİNE YOLCULUK
Ixcanul bitiyor ve "London Road Film Ekimi gösterimine yolculuk" diye tweet atıp geçiyorum karşıdaki Atlas Sineması'na. Fuaye enfes: Ferah ve nezih. Bir süre oturup etrafı süzüyorum. Çevrede sinematografik bir sessizlik hakim...
Ortamın büyüsü bir süre sonra "Çukhırt... çıfkk" şeklindeki Twitter yenileme sesleriyle bozuluyor...
Biraz daha ferahını, kırmızı koltuklusunu ve az teknolojilisini düşün (Fotoğraf çekmeyi unuttum)
Gösterim saati geliyor. El fenerli amcalar marifetiyle koltuğuma kuruluyorum:
London Road - Mahallemizde cinayet var, dans edelim mi?!
Ne yaratıcı kafalar var ya... 15-20 senedir aynı minimalist, aynı melodram, aynı komediyi çeken yerli yönetmenlerimiz şunları izlemiyor mu ki? Yoksa sokağa çıkınca hayranlarından kurtulamadıkları için mi şu filmlere gelip kendilerini geliştiremiyorlar.
Neyse, bize giren çıkan yok: Yayıncılığın paşası BBC'nin sinema kolu yapmış bu filmi. Sahte belgesel türü ile müzikal tarzı karıştırıp kara mizahla yoğurmuş, festivallik film halinde servis etmişler... BBC, bu konudaki bütün çalışanlarını seferber etmiş belli ki. Kareografiler, donuktan sıcağa yavaşça dönen renkler, kamera açıları, mekanlar vesaireler incelikle ayarlanmış.
Ne anlatıyor ne?
Londra'nın Ipswich bölgesinde, London Road taraflarında (kavşaktan dönünce) 5 seks işçisinin gizemli bir şekilde öldürülmesi inceleniyor. 2006'da yaşanmış olan bu olay, komşuların çeşitli TV kanallarına (BBC hepsini döver) verdiği röportajlar ve seks işçilerine yönelik olumsuz önyargılarıyla aktarılıyor. Sonra karakterler şarkılarla-danslarla maymun ediliyor. Şov yapma peşinde olan gazetecilerin ve fitne-fesat peşinde mahallelinin ipliği de pazara çıkıyor böylece...
Bir de Tom Hardy var işte (yukarıdaki yazılanlardan tatmin olmayanlara)... Seri katiller hakkında bilgi sahibi olan bir taksi şoförünü canlandırıyor.
Bakma Tom Hardy olduğuna. Yağmurlu havada kısa mesafe yolcu almaz bu da...
Son zamanlarda izlediğim sağlam işlerden biri. Soğuk İngiliz mizahı ve haber diliyle oluşturulan müzikalle mest oluyorum. BBC'cim yine yapmış yapacağını...
Puan: 85 (5'i Tom Hardy'nin)
SON SEANS (Sinema programı ismi olur bundan)
Son olarak bir de biletini alıp Ex Machina izleyeyim diyorum. Tamam, internetten izledik ama perdede de görmek lazım. Filme daha zaman varken İstiklal Caddesi bitişindeki dükkandan bir ıslak hamburger alıyorum. Taksim Meydanı Düzenlemesi manzarası izleyerek yiyorum (fonda beton makinesinin böyle pat pat pat sesleri geliyor)... "O değil de bu Atatürk Kültür Merkezi'ni n'apacaklar lan?!.."
Ex Machina - 6S modeli geldi mi?
En son A Most Violent Year'da fırsatçı para babası bir puştu oynayan, Guetamala'nın biricik gururu Oscar Isaac başrollerden... Isaac'in hayat verdiği Nathan, bir yapay zeka yapıyor: Konuşabilen, düşünebilen, hissedebilen, hınzır hınzır durup, süzüm süzüm süzülen... Ava (Havva'ya gönderme varmış) isimli doğal güzellikli yapay zeka (şekil 10.1) film boyunca bizi yer yer şaşırtıyor, yer yer şüpheye düşürüyor.
Şekil 10.1 Yıllar içinde yapay zeka tasarımlarının gelişimi
Film çok gerçekçi: Nathan, Google tarzı bir arama motorunun CEO'su ve buradaki kişisel verilerden tasarlıyor yapay zekayı ("Geçmişi temizle"den zaman makinesi de yaparlar bence)... Ava'yı test etmek içinse şirkette zekice çalışanlarından birini çağırıyor ve "Baksana bu olmuş mu" diyor (okuma çalışması: "Turing testi"). Biz sinemada izleyenler olarak sessiz bir karar birliğine varıyoruz: Gözü burnu denk olmuş, senden benden de zeki görünüyor. Ama siz bi' test edin tabi...
"Senaryosunun katmanlı yapısına bayıldım" diye kendi kendime düşünürken "Overrated Avcıları" durduruyor beni: "Abartma abi" diyorlar...
Puan: 90 (bi' test etmek lazım)
SONUÇ - Hasat ne zaman kalkıyor?
Az ama öz film izledim, çektiğim trafiğe mrafiğe değdi. Çoğunun feminist mesajı vardı, öküzlüğümüzden arınmak için de bire bir. Siz de güzel bir seçki hazırlayın ve hazırolda bekleyin derim; birkaç güne İzmir'e, Bursa'ya, Edirne'ye, Trabzon'a da gelecekler. Benim izleyemediğim ama izleyenlerin çok övdüğü Lobster, Youth, Louder Than Bombs, Club... gibi filmler var, izleyip izleyip övün siz... Bu arada çekinmeyin: İzlenimlerinizi, eleştirilerinizi yazıp gönderin. İzlenimsiz-eleştirisiz bırakmayın bizi.
Haydi benden bu kadar. Seneye görüşürüz Filmekimi...
-BİTTİ (Kaldık mı yine vizyon filmlerine?)-
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et