Vizyonda Bu Hafta: Yaratık - Covenant (Bir robot, bir insan, bir de yaratık bir gün uzay gemisine binmiş. Robot demiş ki...)
Ridley Scott'ın yeni Alien filminde, uzay gemisi tayfası yaratık virüsü salgınından korunmaya çalışacak, biz de C vitamini tüketmenin önemini anlayacağız. Psikolojik gerilim filmi Kaygı'da, tüm sansürlere rağmen travmatik geçmişini arayan Hasret'e üzülecek, aklımıza gelmişken 'geçmişi temizle'ye tıklayacağız. Guy Ritchie'nin filmi Kral Arthur'da ise yuva yıkan büyücülere kin kusacak, "Hurafe bunlar" ve "CGI bunlar" arasında kalacak, bu arada Game of Thrones'a kaç gün kaldığını hesaplayacağız.
O zaman büyüden-hurafeden bahsetmişken şu Yeşilçam sahnesine bi' göz gezdirin, sonra hemen yazıya gelin:
Yaratık: Covenant (Alien: Covenant) - Robot yaratan insan, insan yaratan uzaylı, sorun yaratan yaratık...
Ridley Scott'un 1979 yapımı Alien filminden sonra çekilen 6. Alien filmi... Prometheus filmiyle başlayan prequel serisinin ikincisi olan film, "Bu yaratıklar nasıl peydah oluyor? Kaç kere ev taşıdık hâlâ nereden çıkıyorlar" sorularına cevap arıyor. Sentetik robot karakterini oynayan Michael Fassbender öne çıkarken, Alien filmlerinden aşina olduğumuz, 'yaratığın üzerine terlikle giden güçlü kadın karakterini' ise en son Fantastik Canavarlar filminde yer alan Katherine Waterston oynuyor.
Kim kimi ısırıyor?
2100'lerin başındayız. Saçma sapan "2040'lar ne güzeldi ya, Blade Runner filan vardı" diye nostalji yapılıyor. Uzayda koloni kurmak için binlerce insanı hibernasyondan uyandırmadan, sessiz bir şekilde Origae-6 gezegenine götüren Covenant gemisi mürettabatı yaratık gerilimi yaşıyor, bunlar yaratık karşısında yara aldıkça üzülüyoruz. Bu arada, önceki filmdeki David ile aynı tipte tasarlanan, güncellenmiş android Walter'a içimiz ısınıyor, "Robot ama görsen senden benden insan" diye diye seviyoruz.
Önceki filmin 'insanı yaratan üstün uzaylı ırkı' temasına temas etmeyen filmde, felsefi kısmın güdük bırakıldığını görüyoruz. Ridley Scott aksiyon ve gerilime uğraşmış daha çok... "Blade Runner'da felsefenin allahını yaptık da kaçınız sinemaya geldi şerefsizler" dercesine...
- Gemide kaptan yardımcısıyım ama çulluk avına çıkan amcama benziyorum daha çok...
Eksik bir şey mi var?
Filmin hedefi yine "Bu canavarlı filmleri hep erkekler izlemesin, minyon kadınlar da izleyip gaza gelsin" olduğu için geçenki filmdeki Elizabeth Shaw'a benzeyen Daniels'e (Waterston) pek zarar gelmeyeceğini tahmin ediyoruz. Filmin geneli tahmin edilebilir. Ayrıca bir Alien evreni yaratmaya yetecek kadar veri yok. Gerisini "Bak filmdeki robotlar bile yaratıcılığa soyunuyor, sen de yaratırsın koçum" dedikleri izleyicinin yaratıcı gücüne bırakıyorlar.
Üretilmiş bir virüs olarak ortaya çıkan yaratıkların bu filmde farklı melez türler, hibritler oluşturması güzel de, en fazla 3-5 çeşit görüyoruz, bir hayvanat bahçesi doldurmaya yetmez! Bir de bu yaratıklar bu kadar cani resmedilmese olmaz mı? Açıkçası ben şirin buluyorum bunları, KHFUUYT KFHUUYT diye ses çıkarmaları hoşuma gidiyor. İleride arabam olursa alarm sesi yapmak istiyorum...
Onların da insani ihtiyaçları olduğunu gösteren tutkulu bir grup seks mizanseni...
Hakkını ver: Filmin gerilim kısmını güçlü bulmasam da mekan tasarımlarının ve aksiyonun iyi yaratıldığı kuşku götürmez. Gemide yaratık öldürme sahnesi pek güzel tasarlanmış mesela, Ridley usta zanaatkarlığını konuşturmuş: "Valla bu senaristlerle bu kadar oluyor. Philip K. Dick gibi bir romancı çıktı da ben mi uyarlamadım" dercesine, dudaklarını büzüp ellerine iki yana açarcasına...
Puan: Şöyle 40 puan Ridley Scott'a, 20 de Fassbender'a...
Bu da Prometheus filmindeki robot kafası koparma sahnesi
(ya da üstün uzaylının perukçuda saç beğenme çabası)
Kaygı - Sen ne marka antidepresan kullanıyorsun canım?
Yıllarca sinema programı yapan, iyi bir sinefil olan, kendisiyle Twitter’da da takipleştiğim, mesela bir şey sormak için mention atsam kesin döneceğini tahmin ettiğim, pek enerjik ve duyarlı insan Ceylan Özgün Özçelik’in ilk filmi… Daha önce de kısa filmleri olan Ceylan (İsmiyle hitap ediyorum, düşün) 2011'den beri bu filmin yapımı için çalışıyormuş. Film ABD'yi, Berlin'i gezdikten sonra şimdi de kendi topraklarına geldi. Fragmanı da şöyle gelsin:
Neler oluyor?
Algı Eke’nin hayat verdiği Hasret, anne ve babasının trafik kazasında ölmediğini düşünüyor. Düşünüyor da öldükleri güne, o tarihe dair hiçbir belge bırakılmamış, 1984 romanındaki gibi sanki tarih değiştirilmiş (1984'ü anmadan olur mu? Olmaz)... Hasret, Tek Tv isimli bir televizyon kanalında çalışıyor ve televizyon kanalının isminin Tek Tv olması da çok şey anlatıyor. Gözlerimiz Nihat Doğan'ı, Hatipoğlu'nu arıyor (allahtan bulamıyor). Mesleği kurguculuk olan Hasret üzerinden, haberlerin nasıl sansürlü bir şekilde kurgulandığını görüyoruz.
Ceylan Özçelik, eski bir televizyon çalışanı olarak işin mutfağını da, haber merkezi ortamını iyi biliyormuş, iyi aktarmış. Biz de az çok tahmin ediyoruz zaten. Aslında en çok A Haber'deki ortamı merak ediyoruz. Mehter marşını kurgu masasında dinletiyorlar mu dersiniz? Bence dinletiyorlar...
Bu herif kimi temsil ediyor acaba? Bilal sen misin?
Vaay iyi hikayeye benziyor?
Ailesinin başına gelenleri araştırmaya çalışırken, belleğindeki anılar yavaş yavaş ortaya çıkıyor Hasret'in... Bir kurgucu olarak bunlara anlam vermeye çalışıyor. Yavaş yavaş hissediyor da o günü, ülkemizin en karanlık günlerinden birine görsel-işitsel bir yolculuğa çıkıyor. Önce travmasına dair izler görüyor rüyasında, sonra sesler işitiyor. Sonra sonra diğer duyular devreye giriyor. Koklanımsal ve dokunumsal olarak da hissediyor travmasını, bu tek mekan geriliminde...
Film her duyumuza seslenince fena oluyoruz! Yeter diyoruz, nolur bırak da gündelik yaşamımıza dönelim Ceylan! Bırak da bira masasında geleceksizliğimizden, KPSS'den konuşalım, İstiklal’de otururken "Bu cadde de dötüme benzedi" diye dert yanalım, yanımızdan geçen özel harekatçının arkasından fısır fısır fısırdaşalım.
Yöneticinin aniden kapıyı çalması ve benim aidatsız yakalanmam...
Sinematografiye baktın mı?
Filmde ses tasarımı öne çıkıyor. Kentsel dönüşümün görsel bir fon olduğu filmde, inşaat sesleriyle karışık gerilim sesleri ve deneysel müzik filmin anlatımını güçlendiriyor. Bakış açısı çekimlerinin, öznel kameranın etkin kullanıldığını görüyoruz -ki yönetmen Hasret’in gözünden bakalım istiyor olaylara... Bilirsin, gerilim filmlerinde karakterin gözünden gösterme numarasına sıkça başvurulur böyle, birden karşımıza korku öğesi çıkınca korkalım diye... Bu filmde farklı olarak karşımıza cin, hayalet, canavar çıkmıyor. Yobaz çıkıyor! (O en korkuncu zaten)
Öyle farklı bir gerilim yani bu; bağlamalı, türkülü, kangal köpekli... Filmin politik, psikolojik ve yerli unsurlarından öpüyor, başımıza koyuyoruz...
- Gerilim ifadesi alıcam diye burnuma soktu kamerayı...
Puan: 'Eline sağlık, cesaretine kurban' anlamına gelen bir 90
Kral Arthur: Kılıç Efsanesi (King Arthur: Legend of the Sword) - Kılıcını taştan çıkaran yiğit...
Charlie Hunnam (Arthur) ve Jude Law'ın (Vortigern) başrollerde olduğu, az ama öz film yöneten Guy Ritchie delisinin yönetmenlik üstlendiği film, Kral Arthur efsanesine dayanıyor. Hani şu, kimsenin taştan çıkaramadığı excalibur kılıcını alıp "Allahınız yok mu lan sizin" diye krala dalan, halkın sevgilisi olan adam var ya... Yani, Wikipedia'ya giremeden bu kadarını biliyorum ben...
Oğluma büyü mü yapmış bu gelin?
Kral Uther'i öldüren şerefsiz büyücü kardeşi Vortigern tahta geçer. Uther'in oğlu Arthur küçüklüğünü Google Earth'ün bile giremediği arka mahallelerde geçirir. Gel zaman git zaman, direnişçiler bulur bunu. Taşa saplanmış kılıcı çıkarıp halkı ayaklandırması için bi güzel provoke ederler, iyi de ederler.
Guy Ritchie etkisini filmin te başından görülüyor. Özellikle Arthur’un sahne sahne büyüdüğü müzikli sekans, "Aha işte Guy" dedirtiyor. Tempo durmuyor, ritmik kurgu hiperaktif bir velet gibi muzurluk yapıyor, kabile sesleriyle endüstriyel ritimlerin karıştığı müzik susmuyor. Yabancı eleştirmenler bu nedenle çok gürültülü ve karışık bulmuş ama siz yaşama sevinci dolu Zaytung okurlarını temsil eden ben, gayet sevdim filmi... Pek hareketli çerçevelerini çerçevelettirip asmak istedim, oyuncular arasında Beckham'ı görüp 90'lara takmasını bekledim...
- Beyler savaşa girmeden söyliyim, serbest vuruş olursa ben kullanırım...
En çok neyini seviyoruz mesela?
Filmin en sempatik yanı, bu epik kahramanlık öyküsünü, mitolojisini ciddi bir şekilde işlememesi... O nedenle ortada dolaşan dev yılanları, filleri, alevli biftek misali yanarak gezen büyücüler de göze batmıyor. Böylelikle Tarantino ve Guy Ritchie'de çokça gördüğümüz; bitirimlik yaparken, adli suç eda ederken goygoyculuk yapan manyaklar, bir fantastik filmde karşımıza çıkıyor.
Dövüşler-savaşlar da hem hızlı kurgu hem de yavaş çekimlerle eğlenceli hale geliyor. Yer yer sessizlik ve nefes alış-verişlerin vurgulanmasıyla seyircinin de dinlenmesi sağlanıyor. Karakterler nefes nefese kalınca daha bi' sempatik geliyor. Arthur'u sanki, sokakta it gibi koşturduktan sonra balkondaki annesine bağıran ve su isteyen çocuk gibi görüyor, seviyoruz.
- Çok pardon ben kılıcı kaybettim de acaba varsa yenisini... Peki tamam...
Giderayak: Yalnız, halk ayaklanmasına daha fazla eğilebilirdi yönetmen, kitlesel çekimlerle direnişin büyüklüğünü gösterirken yine sevdiği kaos durumlarını yaratabilirdi. Böyle tam telefonu kaparken laf sokan adam gibi eleştiri yaptım ama idare etsin!
Puan: 75 Maçın oyuncusu: Beckham
Diğer:
Bolca salonda gösterim bulan ve bi yere kadar iyi bir gençlik komedisi gibi duran 4N1K, "Limon ile Zeytin değil miydi la o" dedirten çizgi film Nane ile Limon: Kayıp Zaman Yolcusu, gençlerin yolda hayatın değerini anladığı bir yol filmi olan Yeni Başlayanlar İçin Hayatta Kalma Sanatı, fragmandaki sarı yazı fontundan ne b.k olduğunu anladığımız komedi Ne Çıkarsa Bahtına Gari, hakkında "Senaryosu bi' yere kadar iyi ama film çok teatral olmuş, hıh" diye konuşulan Ağustos Böcekleri ve Karıncalar, fragmanını izleyince 50 liralık bütçeyle çekildiği anlaşılan korku filmi Geri Döndü haftanın yerli seçenekleri oluyor.
Bir de yabancı film var: Deneysel işleriyle bilinen, usta belgesel ve kurmaca yönetmeni Werner Herzog'un Bolivya'nın geniş düzlüklerinde çekilen ve pek az yerde gösterime giren Tuz ve Ateş'i... Hakkında pekl iyi konuşulmuyor ama ustadır sonuçta, yaşına başına hürmeten, saygısızlık etmeden izlenebilir. Gael Garcia Bernal'in de küçük bir rolü var ve yine politik bir şeyler temsil ediyor.
- Ne içeri atacaklar, burası Türkiye mi?..
SONUÇ - Bizi bu düzelmeyen havalar mı sinefil etti?
Bu hafta yapacağınız şey basit: Eğlenmek, müzik eşliğinde kılıçla kafalar kesilirken coşmak istiyorsanız Kral Arthur'a; içinize dönüp geçmişinize bakarken kaliteli bir şekilde gerilmek istiyorsanız da Kaygı'ya gideceksiniz. Bunun dışında "Bir top bilimkurgu olsun, iki top Ridley Scott olsun, bir top da canavar gerilimi" diye külah dondurma alır gibi film tercih ederseniz Yaratık: Covenant da uygundur. Ama bence 5-6 yıl daha bekleyin, 10 film olunca hepsini birden bitirirsiniz, antep fıstıklarını tek tek kabuklarından ayırıp sonra avuçla ağzınıza atmak gibi bir deneyim olur.
Bunun dışında eğlence arayan liseliler için 4N1K, sinemasever yaşlı kurtlar için de Tuz ve Ateş alternatif olabilir. İşte şunlardan birine gidiverin yani, hava alırsınız, değişiklik olur.
Herkese bi değişiklik lazım...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Haftaya Osmanlı Subayı var; Haluk Bilginer'in yine bir Hollywood yapımında boy gösterip birkaç sahne milli gurur okşadığı)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et