Korelisi, İranlısı, Wes Anderson'ı ve Yan Koltukta Oturan Nuri Bilge Ceylan'ıyla: 37. İstanbul Film Festivali...
Hafta başından beri siz değerli Zaytung Sinema okurları ve kendi keyfim için İstanbul Film Festivali'ni takip ettim ve bu hafta vizyon filmlerini yazmaktansa festival izlenimlerimi yazayım; filmler hakkında kısa bilgiler vereyim, taşralı bir sinema yazarının gözünden İstanbul'u göstereyim istedim. Başlığa da “İstanbul Film Festivali’ni izliyorum gözlerim kapalı” yazmayı düşündüm, sonra çok klişe olur diye vazgeçtim. Zaten öyle yazsam "Filmler çok sıkıcı, hepsinde uyudum" demiş gibi olurdum, İKSV kapıya dayanır, topa tutardı bizi…
Aman diyeyim, festivalde filmlerden önce dönen şu güzel reklamlarını koyup tatlıya bağlayayım, yazıya geçeyim:
İlk Gün (9 Nisan) - Günün yıldızı: Wes Anderson’un hayvan oyuncaklarıyla çektiği stop-motion animasyonu...
Zaytung Sinema adına hazırlanmış basın kartımı alırken festival standı başındaki İKSV görevlilerine espri yapmak zorunda hissettim kendimi. Bir Zaytung yazarıydım ve kartın hakkını vermem için espri yapmam gerekiyordu sanki... Yapamadım ama, tek tek tüm görevlilere kocaman gülümsedim. Böyle de güleç insanlarız demek istedim. Sonra annemin yoğun isteği üzerine ona basın kartlı fotoğrafımı gönderdim, o da iki saniye sonra WhatsApp akraba grubuna attı. Fotoğrafı gören amcam "Adamsın" yazdı.
Basın kartımdaki gibi görünmeye çalışırken ben...
Pembe Dizi (La Telenovela Errante)
Kendimi Atlas Sineması’na attım, Şili yapımı Pembe Dizi filminin 11 seansına... Film 7 bölümden oluşuyordu, 7 absürt pembe dizi sahnesi diyebiliriz bu bölümlere. Raul Ruiz’in hayattayken çektiği ve öldükten sonra eşinin kurgulayıp tamamladığı bu bölümlerin, faşizmin üstünü örtmeye çalışan televizyonun eleştirisi olduğunu anladık. Ama Şili’yi çok bilmediğimiz için çok da anlamadık. Biraz güldük. Fena başlangıç değildi. Puan: 65
Şili'nin gerçeklerini anlamaya çalıştığım filmden İstiklal'e çıkınca ise bir Türkiye gerçeğiyle karşılaştım: Yeni saç ektirmiş iki Arap turist... Ben onları yalnızca Zaytung haberlerinde olur sanıyordum oysa...
Köpek Adası (Isle of Dogs)
Basına özel gösterimlerin yapıldığı Fransız Kültür Merkezi'nde izledim Wes Anderson’un stop-motion tekniğiyle çektiği Köpek Adası’nı… N'apmış o öyle ya? Ayrıntıları ince ince döşemiş, mizansene, ses efektlerine ve her Wes Anderson filminde olduğu gibi müziklerine bir güzel uğraşmış. Özellikle dam dama dam dam şeklindeki ritimleri havaya sokuyor, sanki üst katta esaslı bir tadilat varmış gibi hissettiriyor. Ya da cidden üst katta tadilat mı vardı acaba ya, yol yorgunuydum, tam anlayamadım.
Neyse, haftaya vizyona girecek olan filmden o zaman ayrıntılı bir şekilde uzun uzun bahsedeceğim, şimdilik fragmanını verip geçeyim. Puan: 90
Domuz (Khook)
Eleştirmen arkadaşlar yönetmen Mani Haghighi’nin İran’ın Onur Ünlü’sü olduğunu söyledi, zaten Türkiye’nin Onur Ünlü’sü de filmin Beyoğlu’ndaki gösterimine gelmiş. Öykü İran’daki önemli yönetmenlerin kafalarını kesen gizemli bir seri katile odaklanıyor, yönetmenler üzerindeki rejim baskısına kara mizah diyebileceğimiz bir ton tutturarak dikkat çekiyor. Bir bölümden sonra ise sosyal medya eleştirisine bağlıyor ve sonlara doğru iyice sıçızlıyor.
Haydaa, o kadar entelijansiya arasına girdim, eleştirmenlerin ikram ettiği Form kurabiyeden aldım kullandığım kelimeye bak! Senaryo tökezliyor, aksıyor filan diyeydim keşke...
Puan: 55
- Şu dudak büzerek Instagram pozu verme olgusuna dair ayrı bir film çekmek lazım...
İkinci Gün (10 Nisan) - 'O atlı film baya güzeldi'…
İkinci güne, Beyoğlu Sineması’ndaki ilk seansa girerek başladım. Sinemanın kafe bölümünde, hiç tanışmadığım bir eleştirmene, sırf Twitter'daki profil fotoğrafına benziyor diye usulca sokulup “Merhaba!” dedim.
Gençlik (Fang Hua)
Yönetmen Feng Xiaogang'e Çin’in Spielberg’i diyorlarmış, festival kitapçığın yalancısıyım valla... Mao’un son dönemlerinde Çin’de geçiyordu öykü, ordudaki tiyatro grubunda çok ama çok iyi niyetli bir kadın üzerineydi. Savaş sahneleri iyi çekilmişti fakat senaryo ilgi çekici olmaktan uzaktı. Bir de zaten bütün Çinliler birbirine benzerken üniformalı Çinliler daha çok birbirine benziyordu, zor ayrılıyordu, bu da beni yordu (zengin kafiye).
Puan: 45
The Rider
Sonra attım kendimi yine Fransız Kültür Merkezi’ne, Chloe Zhao’nun yazıp yönettiği, yaralı bir rodeocunun dramına odaklanan filme… Film, başta biraz amatör ve ruhsuz geldi ama sonra güzel, sağlıklı bir film çıktı. Film çıkışı eleştirmenlerle iyi olduğu konusunda anlaşmaya vardık. Bir de basın gösterimlerinde film çıkışlarının sınav çıkışı gibi olduğunu anladım. “Sen o soruyu naptın?” diye sormuyorsun da, “Sen peki herifin elinde tuttuğu halatı ne olarak anladın?” diye soruyorsun.
Kültür merkezinin WC’sinde filme dair yorum yapayım istedim ben de. "Rodeoda kullanılan atların evcilleşmek istemeyen vahşi canlılar olması gibi, başkarakterimiz de evcilleşmeme mücadelesi veriyor di mi?" dedim; herkes işeme sırası beklerken “Tanımıyorsanız bakın boş insan değiliz” demeye çalıştım. İnsanların yarısının fermuarının açık olduğu bir ortamdı, reaksiyon almadı.
Puan: 75
Karakterin atla bakıştığı bir sanat filminden bahsediyoruz, tabii ki güzel olacak...
Kısmet, Sevgilim: İlk Şarkı (Mektoub, My love: Canto Uno)
Tunus asıllı Fransız Abdellatif Kechiche’in filmiydi bu, kendisini Mavi En Sıcak Renktir’den de tanıdığımız için cesur ve popo dolu bir film olacağını tahmin etmiştik. Bu film de yine yakın zamanda (3 ay sonra) vizyona girince yine konuşacağız ama kısaca şu: Bir tane sahil kasabası var, bir tane geniş aile var, gördüğümüz herkes hemen hemen birbirinin kuzeni… Sonra işte oraya gelen güzel kadınlarla bunların aşkları, kısa süreli ilişkiler, aldatmalar, Teoman şarkısı gibi sürüp giden entrikalar…
180 dakikaya yakın, yakın çekim popo görmek de iyi gelmiyor bazen, insanı popodan usandırabiliyorlar. Peeh... Sonra, gece iki arkadaşımı da yanıma alıp Fransız Kültür Merkezi’ne gittim ve yan masada iki Fransız otururken gayet de Türkçe bir şekilde filmin fazlaca uzun, yer yer bunaltıcı ve gereksiz sahnelere sahip olduğunu vurguladım, bi' güzel kötüledim de kendime geldim.
Puan: 50
Sahilde şu şekilde popo kesen adamlar için yapılmış bir film gibi, dedim...
Üçüncü Gün (11 Nisan) - Nuri Bilge Ceylan da üşüyebiliyormuş
Bu sefer başka bir sinemaya gitmek istedim, kendimi Citys Nişantaşı’nda buldum. Sinema katına çıkıp ilk seansı beklerken günün ilk çayını içmek için terasa girdim. Çayı söylediğimde tepsiyle gelmesi, çay yanında kurabiye ve garip bir şekerin olması biraz kıllandırdı beni... Sonra tepside yer alan cam vazo içindeki çiçeği gördüm, iyice gerildim. Hesap ödemeye giderken artık hepten ellerim titriyordu ve evet, tahmin ettiğim gibi normal bir kafedeki çay fiyatının 3 katını ödeyecektim.
Çayın fiyatını düşünürken bir efkar sigarası yaktım...
Madeline Madeline’i Oynuyor (Madeline’s Madeline)
Filmin hakkında güzel yorumlar duyduğum için bi’ heyacanla girmiştim zaten salona, koltuğuma doğru ilerlerken bir ne göreyim? Hemen yanımdaki koltukta kim oturuyormuş, tahmin et! En büyüğü ya, var ya hani gözlüklü… Ayneen, NBC, nam-ı diğer Nuri Bilge Ceylan... Koltuğuma oturduktan sonra merhaba hocam dedim, o da “Tanımıyom la ben bunu, bulaşmasa bari” dercesine merhaba dedi. Film başladı, salon biraz fazla serin gelmiş olacak ki bir ara ceketini üstüne aldı ve ceketinin kolu kısa bir anlığına koluma değdi!! Tabii ya, ne sandın? Tee Eskişehirlerden kalkıp boşuna mı geldik İstanbul'a?..
NBC, yeni filmi Ahlat Ağacı'nı seçkiye almayan Cannes'a bakıyor...
Neyse, filmin kafası güzel... Ergenlik sorunlarıyla boğuşan 16 yaşındaki Madeline'in kafasının içindeki karmaşa, öznel çekimlerle iyi görselleştirilmiş. Bir yandan da anne-kız, eğitmen-öğrenci ilişkileri derinlemesine incelenmiş. Her yarı delinin beğenmesi gereken bir filmdi, beğendim. NBC’den iyi olmasın Josephine Decker’ın pek iyi yönetmenlik yaptığı filmde, Madeline rolünde Helena Howard arkadaşımız döktürmüş. Ayrıca NBC’den başarılı olmasın, oyunculuk yönetimi de oldukça başarılı...
Film bittiğinde ise ustaya “Filmi nasıl buldunuz?” diye sormaya hazırlanırken seri adımlarla salonu terk etti.:( Arkasından sessizce, "Benim puanım 80" diyebildim.
Bi de "Fotoğraf çektirebilir miyiz" diye sorup şu şekilde gülümserdim belki...
Ona İyi Bak (Hjertestart)
Her festivalde mutlaka 'ortada kalmış bir çocuk'la ilgili bir film olur. Norveçli yönetmen Arild Andresen'in söyleşi de yaptığı filmde, Norveçli ailede yetişen Kolombiyalı bir çocuk gösteriliyor ve iki ülke, refah seviyeleri açısından sıkça karşılaştırılıyor. Gerçekçi bir anlayışla çekilmesi fena değil ama etkileyici de değil... Kolombiya’daki fakirlik fazlaca tekrar ediliyor ve yoksul mahalledeki dilenciler zombi gibi gösteriliyor. (Not al: Kaldırımda bekleyip 1 lira isteyen zombi karakterlerin yer aldığı bir uzun metraj senaryosu)
Puan: 60
9 Parmak (9 Doigts)
Aşırı metaforik siyah beyaz bir Fransız filmiydi ve büyük bir kısmı gemide geçiyordu. Yer yer metafor yakalamaya çalışarak yer yer uyuklayarak izledim filmi. Film bitimi, başrol oyuncusuyla bir söyleşi oldu ve söz alan bir amcanın dedikleri hepimizin ruh halini özetledi: “27 senedir festival takip ediyorum, sürekli film izliyorum ama bu filmden hiçbir şey anlamadım” (Gülüşmeler). Oyuncu ise karşılık olarak, “İstanbul is a very very beautiful city” dedi… Şaka şaka, ‘metaforik’ dedi.
Puan: 45
Aynen aynen, film nuğaa (film noir) türünde...
Dördüncü Gün (12 Nisan) - Eleştirmen çekiştirmeleri, karnaval görüntüleri, rock festivali havası...
Güne bazı eleştirmen dostlarla küçük bir kahvaltı yaparak ve orada olmayan bazı eleştirmen dostların dedikodusunu yaparak başladık. "O da her filme mükemmel diyor ha" dedik, bir eleştirmenin başka eleştirmenlere laf soktuğu bir tweet'i sesli okuyup değerledirdik, ikinci çayları hüpletirken de sevdiğimiz filmleri yarıştırdık. “Bence o filmi çok abartıyorsun sen” deyip minnak minnak yargıladık birbirimizi, “Şu filmi nasıl sevmezsin lan, hasiktir ordan” diyerek şakalaştık. Sonra ben Atlas Sineması'nın 2 numaralı salonuna geçtim.
Obscuro Barroco
Stilize belgeselleri severim, güzel numaralar vardı bunda da. Kuir (sen de festivale gelirsen sen de 'kuir' diyebilirsin) bir anlatıcı var; ismi Luana Muniz… Rio şehrinin renkliliği, hareketliliği ile trans bedenler arasında kurduğu bağla, kurduğu güzel cümlelerle sevdirdi kendini. Rio Karnavalı görmek de iyi geldi, boyalı bedenlere ve ışık oyunlarına doyduk. Daha iyisi olabilirdi ama süresinin 60 dakika olması bile iyiydi. Tabii çok ön sırada olduğum için filmin sağ alt köşesini görebildim sadece, kalanını bir ara izlemek lazım.
Puan: 70
Nil’in Kızı (Ni Luo He Nu Er)
İsmini okuması çok zor olduğu için benim Hasan Hüseyin Hu diye aklımda tuttuğum Tayvan Alevisi yönetmen Hsiao-Hsien Hou’nun 1987 yapımı olan ve geçen yıl restore edilen bu filmini de izledim ki bir tane de restore edilmiş film izlemiş olayım. Bu da öyküsüne tutunmanın zor olduğu bir film ama belli ki aile, kuşak çatışması ve değişen döneme dair bir şeyler anlatmış. Aslında Arabesk, İpekçe gibi önemli yerli filmlerin restore hâlleri de gösterilmişti, kaçırmamak lazımdı. Umarım aranızdan kaçırmayanlar vardır.
Puan: 65
Gri Değil, Siyah: Ankara Rocks!
Beyoğlu Sineması’na geldiğimde bu yerli metal müzik belgeselini izlemek için bekleşen siyah girmiş kadınlar, adamlar, çiçeği burnunda rockerlar görmek hoştu. Allahtan ben de üstüme siyah bir gömlek almıştım, göze batmadım, dışlanmadım. Ufuk Önen’in yönetmenlik ettiği belgesel, Ankara’daki rock-metal gruplarının gelişimini 80’ler-90’lardan videolar gösterip önemli bilgiler vererek ve bol goygoy yaparak ele almış. Kurgu biraz daha iyi olabilirmiş, belgesel de az daha kısaltılabilirmiş ama olsun.
Saloncak bir etkileşim, bir sinerji yaşayıp sevdik belgeseli. Film bittikten sonra jeneriğin hem başını hem sonunu hem de yönetmenin söyleşi için sahneye çıkmasını alkışladık. Sanki çadırlı bir rock festivaline gelmiş gibiydik. Ufuk Önen de, Kaan Tangöze gibi “Çok saaooluun” deseydi, garip kaçmazdı sanki...
Puan: 70
Eveeet, benim festivalde keşfedebildiklerim bunlar. You Were Never Really Here gibi Transit gibi çok konuşulan ve sevilen filmleri izleyemedim, artık sonra şeyapacağım onları... Bu arada, bu hafta vizyona giren Taş Devri Firarda animasyonu festivalde de gösterilmişti, "AROG'a benziyor" diyenler var, aklınızda bulunsun. Yine bu hafta Muhteşem Kadın ve Arada gibi daha önce festivallerde gösterilmiş filmler de vizyona girdi, fena değiller aslında ama açıkçası ikisini de tam beğenemedim. Fakat Sessiz Bir Yer isimli gerilim filmini çok kişi beğendi, isteyen onu bi' deneyebilir derim.
Bak yine vizyon film konuşmadan duramadım, n'apacaksın ya, huy.... Benden şimdilik bu kadar, haftaya vizyon filmleri hakkında vıdıvıdı yapmak için görüşmek üzere...
Twitter: @duraladam
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et