Söyleşilerde Espri Yapmaya Çalışan Ünlüler, Venedik'ten, Cannes'dan Gelen Filmler ve Dışarının Sıcağı ile Salonun Kliması Arasında Can Çekişen Eleştirmenler... 25. Adana Film Festivali İzlenimleri
Evet, şu an size Adana’dan, dolu dolu geçen film festivali henüz bitmeden yazıyorum. Kaç yıldır buraya geleyim geleyim diyordum, festivalin 25. yılına nasipmiş meğer. Ve bu özel festivalde neler yaşadım neler... Filmden filme mi koşturmadım, film sonrası söyleşisi mi dinlemedim, film aralarında sigara mı içmedim... Yani, anlayacağınız üzre, film izlemekten başka bir şey yapmadım! N'apacaktım ki başka? Nasıl? Gelmişken bir şırdan mı yeseydim? Çok meşhur bir yer mi var?..
Ben şimdi size izlediğim filmlerden, dinlediğim söyleşilerden bana kalanları yazayım, öncesinde de yakın bir zamanda başlayacak başka bir özel sinema etkinliğinin videosunu koyayım. "Adana'daki bazı ulusal yarışma filmleri burada da var ha" diye de ekleyeyim:
İlk Gün (24 Nisan) - "Gardaş burası çok sıcak ya" yakınmalarıyla Godard filmine gitmek...
Eskişehir otobüsünden indiğimde ilk hissettiğim şey “Ne sıcak la burası” oldu. Sabahın 9’unda hem de ya… “Neyse ki hep klimalı salonlarda ve otelde olacağız” diye kendimi avuttum. Kahvaltıdan sonra dışarı çıktığımda ise sıcak başıma vurdu, sanki güneş bana küfrediyor gibiydi. Kısa zamanda Adana’da güneşe neden kurşun sıkıldığını anladım. Ben tabii kurşun sıkacak biri değilim, sonuçta sinema eleştirmeni bir insanım yani. Ama güneşe doğru parmak sallayarak “Sizi terbiyenizi takınmaya davet ediyorum beyefendi” dedim. Çaktırmadan da tükürdüm.
Artık film koşturmamı başlatmam gerekiyordu, hemen Arıplex Sineması'na gidip bir filmle, niyet ettim Allah rızası için festivalimi eda etmeye:
Tuzu Kuru (Dene wos guet geit)
Filmi izlerken hemen koydum tanıyı. Nasıl ki günde 200 tane hasta bakan doktorumuz LAP diye tanıyı koyuyorsa ben de öyleydim. Dedim bu filmde Obsesif Kompülsif Avrupa Bozukluğu var. Yani şöyle ki, İsviçreli yönetmen Cyril Schäublin'in filmi, modern Avrupa devletinin aşırı sistematik düzeninden şikayet ediyordu. "Simetri hastalığı var bizde, temizlik hastalığı var. Kimse başka yerde tuvalete giremiyor, misafirlikte işeyemiyor bile" diyordu. Tamam dedim, Kuzey Avrupa ruhsuzluğu bu, süper. Soğuk mizahı ve aşırı geometrik kadrajlarıyla sevdirdi kendini. Daha ilk gösterimden film keşfettim.
Puan: 70
Sürekli korna çalan manyak sürücülerden yoksun, tatsız tuzsuz bir Avrupa kavşağı...
Hemen sonrasında, Godard’ın en yeni filmi vardı. “Bilmesek de anlamasak da o Godard bizim Godardımızdır” dedim ve "Yine ne acayiplikler hazırlamış bize" şeklinde merakla izlemeye koyuldum:
Sözcükler ve İmgeler (Le livre d'image)
İngilizcesi The Image Book, ben olsam Sözcükler ve İmajlar diye çevirirdim. "Arkadaşım imge başka imaj başka, ben böyle rezillik görmedim daha önce" diye festival görevlilerine çemkirmeyi düşündüysem de vazgeçtim. Filmde ne imajlar vardı ne imajlar. Godard usta bu yaştan sonra film çekmeye üşenmiş olsa gerek, onlarca filmden parçalar birleştirmiş, kolaj yapmış. Kolajına klasik müzikler, resimler, kitap pasajları da eklemiş, tam olmuş. Yalnız tam ne olmuş, bilmiyorum. Ben çok anlamadım. İzleyen çoğu da anlamadı.
Ama soran olursa ne diyeceğimiz belli: "Postmodern bir anlatı yapısında; savaş, sömürü, üretim, devrim konulu entelektüel sayıklamasına ve kapitalizm taşlamasına bizi de ortak etmiş Godard usta."
Puan: 60
Sonra Atatürk Parkı’ndaki Altın Koza tarihi sergisini görmeye gittim ve sergi sonrasında parkın içindeki kıraathane gibi bir yere oturdum. Manzara hoştu: Hemen yanlarındaki festivalden habersiz, yarın yokmuş gibi okey oynayan amcalar. Ne kadar masumlardı. Godard’ı bilmezlerdi. Bu ortamda, Godard'ın entelektüel bombardımanı da silindi aklımdan. Sözcükler ve İmgeler yoktu artık zihnimde. Bir türlü gelmeyen ara taşlar ve yancılar vardı.
Godard'ın kapitalizm taşlamasına karşılık yandakini taşlayan amcalar...
Meteora: Festivalin Yunan Yeni Dalgası seçkisindeydi bu film. Hem canlandırmalar hem çekimler vardı, keşiş karakterlerin ruhani duygularla cinsel istekleri arasında kalmasını izliyorduk. Bir keşiş dayanamayıp "Everin beni" diye pilava kaşık saplayacak oldu ki Türk seyirciler olarak "Pilava kaşık saplamak Yunan değil Türk geleneğidir" diye protesto edip salonu terk ettik. Filmse iyiydi. Puanına 80 deyip akşam yemeğine geçtim.
Oteldeki akşam yemeğinde eleştirmen arkadaşlarla biraz "Hangi eleştirmen hangi eleştirmenin sevgilisiydi" dedikodusu yaptıktan sonra açılış gecesinin yolunu tuttuk. Açılışta ilk defa kırmızı halıda yürüdüm, ilk defa bir belediye başkanı eli sıktım ve ilk defa vişne kalmadığı için şeftali-votka içtim. Sonra da koştur koştur açılış filmine yetiştim:
Karanlıkla Karşı Karşıya (BlacKkKlansman)
Politik siyahi filmleriyle bilinen ABD'li yönetmen Spike Lee'nin filmi vardı açılışta. Aynı zamanda bu hafta vizyona giren film, 70’ler Amerika’sında siyahilerin Ku Klux Klan’lardan çektiklerini gösteriyordu ve bol bol da siyahi sömürü filmlerine (blaxploitation) şakalı göndermeler yapıyordu. Film hakkında şöyle küçük bir ölçek oluşturdum ve bu şekilde değerlenmemi yaptım: 1) Komik mi yani: Az çok. 2) İncelikli bir tarafı var mı: Çok yok. 3) Göndermeler var mı: Yani, var. Ama biz evde göndermemizi yiyip de geldiydik.
KkKarakterlerin çatışması ise derinlikli olmamış ve KkKişiler arasındaki gerginlikler de tam yansıtılamamış. Öyle olsa seyirci her şeye gülmezdi. Yan koltuktaki biraz da alkolün etkisiyle mi gülüyordu acaba her şeye? Bilemedim...
Puan: 50
Sömürüye karşı ahenkle kabaran saçlar...
İkinci Gün (25 Eylül) - Mehmet Ali Erbil nerede?
Sabah bir etkinlikten dönerken yolda bir adam durdurdu beni, çocuk kitapları satıyordu. Takılmayacağım abi sana, ama bi dur dedi. Durdum. Dedi şunlardan alır mısın? Dedim valla para yok, belediye bakıyor biz sokak eleştirmenlerine de. Anlayış gösterdi. Hangi sanatçı var festivalde dedi. Dedim Onur Saylak gelecek bugün, bi bak istersen. Yok dedi Mehmet Ali Erbil yoksa gelmem. Benim için sanatçı Mehmet Ali Erbil'dir dedi. Eyvallah dedim. Küpen de çok güzelmiş dedi. Teşekkür edip filme geçtim.
Aydede
Abdurrahman Öner'in yönettiği ve haftaya vizyon yazısında çokça konuşacağımız filmde Ezgi Mola’yı komedi dışına bir rolde görmek güzeldi. Babası yeni ölmüş ve tek başına kalmış dul bir kadını oynuyordu ve oğluna dedesinin ölmediğini, Aydede olduğunu söylüyordu. Küçük oğlanın oyunculuğu iyiydi. Söyleşide de herkes ona sordu ve o da "Aman aman büyümüş de küçülmüş, oyy" tarzı cevaplarıyla izleyiciyi kırdı geçirdi. Söyleşide ayrıca "Yav bu filmin müziği nerde" diyen de oldu "E bu filmin sonu eksik" diyen de. Ama sevgili halk, artık siz de aa... Anlamadınız mı bu festival filmlerini? Müzik olmaz ve sonu belirsiz biter. Hayır canım ikincisi çekilmeyecek, açık uçlu son öyle bir şey değil.
Puan: 55
Babamın Kemikleri
Özkan Çelik'in yönettiği filmde başroldeki Cem Davran dikkat çekiyordu. Evet onu da böyle komiklik yapmayan bir rolde görmek güzeldi. Filme girmeden önce yapım hakkında çok bilgim yoktu, izlerken baktım ki aa bu bir yol filmi, hem de komikli, hoşuma gitti. Kelebekler'e de benziyordu; hem karakterler kökenlerine yolculuk yapıyor, hem de senaryo bir yerden sonra kara mizaha bağlıyordu. Filme girmeden önce, halk jürisi oylaması için elimize verdikleri puanlama kağıdına 8’i bastım geçtim. Ama burada 70 vereceğim. Çünkü orada sıradan bir halktım, buradaysa acımasız, şerefsiz, lanet bir eleştirmenim.
Puan: 70
Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk (Di qiu zui hou de ye wan)
Filmin son bir saatinin tek plan çekildiğini ve 3D izleneceğini biliyorduk. Hatta "3D gözlük konuklara beleş değil mi ya, koskoca konuğuz biz" diye öncesinde gerilmiştik. 3 liralık gözlüğü alıp filme girdiğimizde ise karanlık atmosfer ve çok bir şey anlamaya izin vermeyen senaryo baş döndürdü. Sondaki 3D uzun gece sekansı ise her şeyi toparladı, zevkten dört köşe etti. Bu bölümde karakterle beraber 'film içindeki film'e girdik ve cidden filmin içindeymişim gibi hissettim. Bak yalanım varsa Adana adliyesinde öfkeli ailelerin ortasında kalayım, ben daha önce buna benzer bir film deneyimi yaşamadım.
Otele dönüş servisinde bu filmi çeken Çinli yönetmen Bi Gan’ın 89'lu olduğunu hatırlayıp hasedimizden çatladık 30'luk eleştirmenlerle.Gerçi biz de fotoğraf çekiyorduk ve iyi hashtag'ler koyarsak dünyanın birçok yerinden beğeni alabiliyorduk.
Puan: 90
Üçüncü Gün (26 Eylül) - Projeksiyona atarlanan yönetmen...
Halef
Güne bununla başladım. Neden Tarkovski Olamıyorum ile tanınan Murat Düzgünoğlu’nun filmi, Türkiye'den bir reenkarnasyon öyküsü gösteriyordu ve bi nebze ilginçti de. Yalnız yönetmen film sonu söyleşisinde sinema projeksiyonuna iyi sövdü. Ya dedi bu ne biçim gösterim kalitesi dedi, "Bizim filmin renkleri hiç doğru dürüst çıkmadı perdede" dedi. 4 yıl önceki filmimde de aynısı olduydu dedi. Bıraksak dövecekti projeksiyonu, zor tuttuk. Haklıydı da tabii, hak verdik. Bir süre hiç konuşmayıp onunla beraber üzüldük. Ya dedik, "Biz o ışığı, renkleri filan hep gördük ki. Ciddeeen" diyerek teselli etmeye çalıştık. Aslında filmin içeriği beni tatmin etmemişti ama belli etmedim.
Puan: 55
Sonra Biz Hayvanlar diye bir film izleyecektik. Teknik sorun olmuş, gösterim programı değişti, yerine futbolculu bir film koyuldu. E madem onu izleyelim, 1-2 hareket görürüz diye düşünüyorduk ki o da gösterilemedi. Hoşuma gitti bu küçük sürprizler. Ben de mesela öncesinde rezervasyon yaptığım 1-2 filme gitmeyip ters köşe yapmıştım festival ekibini... Puan: 45... Evet, arada bir şeye puan verdim ben yine, bilmiyorum neye...
Kül En Saf Beyazdır: Öncesinde de Uzakdoğu filmi seven sinefil bir ağabeyle tanışmıştım, iyice gaza gelip de girdim bu Çin filmine. 2 küsur saat izledim. Filmde, sert erkek-sert kadın-suç üstlenme-berduş gibi sokaklarda takılma vardı, Zeki Demirkubuz'dan bir Uzak Doğu filmi izlemiş gibi oldum.
Sibel
Karı koca yönetmen olan Guillaume Giovanetti ile Çagla Zencirci'nin yönettiği, Locarno Festivali'ne 4 adaylık ve 2 ödül alan filmin çoğunda kuş dili konuşulduğunu öğrenip heyecanlanmıştık. Giresun'a bağlı Kuşköy'de uzun süre, yerel halkla beraber çalışılmış film için. Süper! Sadece kuş diliyle anlaşabilen Sibel'i oynayan, yani film boyunca fühuuyt fühuuyt diye ıslık çalan Damla Sönmez başrolde döktürmüş. Harika! Lakin bir yerden sonra köylüler sırıtıyor. Zaten bir yerli filmde sırıtmayan köylü görmedim ben. Nedense köylüler bile tam canlandıramıyor köylüleri! Neyse, Damla Sönmez'den saloncak çok etkilendik, söyleşide "En İyi Kadın Oyuncu ödülü hakkındır güzel gözlü kızım" dedik ve otelimize döndük.
Puan: 70
- Islıkla Kill Bill'i nasıl çalıyon kızım, bi göster hele...
Dördüncü Gün (27 Nisan) - Ahmet Hakan Cinemaximum'da...
Şüphe (Beoning)
Gün, Burning diye bilinen bu filmle başladı. Şiir (Shi) isimli müthiş filmiyle bildiğimiz Chang-dong Lee yönetmişti; kedili, gizemli karakterli metinleriyle ünlü bir Murakami öyküsünden uyarlayarak (Yo hayır Murakami okumadım). Başlarda, içine kapanık ve affedersin sık sık 31 çeken karakter "Amaan bu mu yani" duygusu uyandırdı ama bir süre sonra başka yerlerden yakaladı beni. Edebi tarafları pek hoştu. Hatta gün ışığına karşı dans eden, gün batarken silüet olan kadının sahnesi bildiğin şiirseldi.
Sonra çıkınca Uzak Doğu sineması aşığı ağabeyle konuştuk, bulmuşuz güzel Kore filmini tabii, övdükçe övdük… Kore övdükçe kendimize geldik. Sonra, diğer filme girmek üzere AVM'nin kapısına yöneldik ve döner kapının farklı bölmelerinden birbirimize "İyi ki sinema var be", "Yaşasın sinema!" diye bağırdık.
Puan: 90
Bi ara şunda dönerek birbirimize sinema övelim, olur mu? Valla çok zevkli oluyor...
Sonra iki film daha izledim. Biri, geçen gün gösterimi iptal olan, Sundance'den gelme Biz Hayvanlar filmiydi ve anladım ki bu film gösterilsin diye çok ısrar etmemize gerek yokmuş. Sonra yine bir Amerikan yapımı olan Blaze filmine girdim. Sanki bir Amerikan köylüsüymüşüm gibi folk müzik sevdiğim için, bohem bir country şarkıcısını anlatan film başta hoşuma gitti. Sonra fazla bohemlik baydı.
Anons
Mahmut Fazıl Coşkun’un üçüncü uzun metraj filmi… Senaryo ise Ercan Kesal’la beraber yazılmış. Söyleşide de zaten genelde Ercen Kesal'a soru soruldu. Ercan Kesal da başlarda 1-2 espri yaptı, tutmadı. "Bize bu öyküyü Ahmet Hakan önerdi" dedi ve Ahmet Hakan bir Cinemaximum salonunda bile gündeme gelmeyi başardı böylece... Film ise Kuzey Avrupa sineması atmosferiyle, mizahıyla 1963'te Türkiye'de gerçekleşemeyen bir darbeyi ele alıyordu. Kamera hareketleri ve oyuncu performansları oldukça minimalistti. Darbe girişimi de oldukça minimalistmiş zaten. Minimalist darbe girişim kalkışması...
Puan: 75
Bugün de böyle bitti. Çok yoruldum. Hesapladım, toplamda 7 buçuk saat film izlemişim. Baya mesai gibi lan bu... E ben mesai yapmak istesem KPSS’ye girer iş arardım. Hoş, zaten girdim. Zaten de iş arıyorum.
Beşinci ve Son Gün - Onur Ünlü'den hayat dersleri...
Öğlen civarı Onur Ünlü, Ezel Akay ve cast direktörü Harika Uygur’un oyunculuk hakkında söyleşi yaptığı Atatürk Parkı’na gittim. İyiydi söyleşi. Özellikle Onur Ünlü'nün, üzerine düşünüldüğü belli olan "İyi oyuncu iyi oynuyor, kötü oyuncu iyi oynayamıyor" tespiti izleyenlerden büyük alkış aldı. Kendisini pek sevdiğim, usta anlatıcı Ezel Akay ise gayet açık ve açıklayıcı bir şekilde konuştu. Ben de söz aldım, “Performans gerektiren karakterlerin oyunculukları öne çıkıyor hep, bu sıradan insan oynayanlara haksızlık değil mi” dedim. “O öyle değil” dedi.
Ezel abi "O öyle değil" derken...
Sonra da Arada ve Climax’la filmleriyle festivalimi sonlandırmak üzere gösterimlere başladım:
Arada (Di Navberê)
Ali Kemal Çınar sineması işte… Çınar, kendisini yeni yeni gösterebilen bir genç yetenek ve adamın 42 yaşında olması genç yetenek olmasını engellemiyor bence... Hatırlarsınız, son filmi Genco’yu yazmıştık. Kendisi fantastik konular bularak çok gerçekçi bir sinema yapar. Dördüncü uzun metrajında da yine mütevazı bir sinema anlayışıyla karşımıza çıkmış. Yine büyük kısmı evde geçen, kanepe-perde ağırlıklı bir film olmuş. Konu olarak da dil meselesine eğilmiş. Sadece Kürtçe'yi anlayan ama Türkçe konuşabilen bir adam anlatmış. Film boyunca karaktere güldük ve söyleşi 'dil' meselesiyle ilgili bir dertleşme havasında geçti. Bir anlığına salon, kanepeli-perdeli bir oturma odasına dönüştü.
Puan: 75
Climax
Gaspar Noe kafasını bilen bilir, vahşet, seks, 'kafa bi milyon' temalarıyla ilgili şeyler yapar, en çok da Boşluk (Enter the Void) filmiyle bilinir. Bu kafayı yaşamak isteyenler olarak salonu doldurduk, film de kapanış jeneriğiyle başladı. Filmi bir anlığına yanlış koydular sandım, titiz bir festival teyzesi-amcası gibi “Bu nasıl organizasyon kardeşim, siz filmi niye kıçından gösteriyorsunuz?” diyecek oldum ama hemen sonra anladım ki Noe çılgınlığı bu... Film boyunca da bir dans okulunda geçen vahşi ve çılgın bir geceyi, LSD kafasını, yer yer çok acayip bir cehennem atmosferini izledik. Tabii şiddet başladığı anda dayanamayıp çıkanlar oldu. Midesi yeten kaldı. Benimki yetti. Eleştirmen midesi geniş olur...
Puan: 75 (Yazı biterken her filme 75 verdim gibi hissediyorum)
Görseli görüp görmez "Rönesans tablosu gibi yaa" benzetmesini yapıştıranlar?..
Sonuç olarak, festival solumak iyi geldi. Birkaç aksaklık olsa da filmleriyle, etkinlikleriyle zengin bir programdı. Özellikle, dünyanın dört bir festivalini gezip beğendiği filmleri Adana'ya getirten Kerem Akça'ya buradan selam göndermek isterim. Bir de her filmden önce perdede birkaç saniye görünen videosuyla "İyi seyirler" dileyen belediye başkanının elini de bir daha sıkmak isterim ileride. Yalnız ben kamerayı bu kadar seven bir başkan görmedim, telefon kamerasından MOBESE'ye kadar her kamera önünde poz veriyor, sürekli selfie çekiliyor adam. Festivale de böyle bir başkan yakışırdı, aynen!
Neyse, haydi haftaya, daha az filmli bir yazıda görüşmek üzere...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Ben şimdiden bi boşluğa düştüm ya)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et