The Irishman (Üç buçuk saat boyunca mafya-kamyoncu-devlet üçgeni izleme keyfi...)
Aylardır merakla Netflix'e gelmesini beklediğimiz 3 buçuk saatlik Irishman filmini yeni sindirdim ve bu köşeye de yazayım dedim. 77 yaşında olmasına rağmen 30-40 tane Marvel süper kahramanına karşı tek başına laf geçiren, her söyleşisinde sinema dersi veren ve monitörü hâlâ net bir şekilde görebilen Martin Scorsese'nin 25. uzun metraj kurmaca filmini bu yazıda övdükçe öveceğim. Bu arada vizyon takvimini de es geçmeyecek, yerli festival filmi Küçük Şeyler hakkında da bi şeyler karalayacağım.
Bir de Netflix demişken, fragmanı bu hafta çıkan Beren Saatli Atiye dizisinin tanıtımını da şuraya koymadan geçemeyeceğim:
The Irishman - 75'lik dayıların hepimizi cebimizden çıkarıyor olması...
Yönettiği filmleri sayarken en az üç klasiğe çarpacağımız Martin Scorsese, 2010'larda da bizi sinema sevgisine boğan Hugo ile, bizi uyuşturucu, seks ve parayla kandıran The Wolf of Wall Street ile hepimizi Hıristiyanlığa çağıran Silence ile birbirinden çok farklı filmlere imza atmıştı. Aslında Silence'dan önce çekmeyi düşündüğü bu film ise, ailesinin kökleri Sicilya'ya uzanan Martin Scorsese'nin daha önce GoodFellas'ta, Casino'da anlattığı mafyatik ilişkileri konu alıyor ve "Demirden korksak trene binmezdik Iron Man" diye belki de Marvel'a hafiften bi gözdağı veriyor.
Scorsese ustam, çocukluk arkadaşı Robert De Niro, 1940'lı Al Pacino ve 39'lu Harvey Keitel'ı toplayıp yaşlanma konulu bir film ortaya çıkarıyor aslında (Bir de 43'lü Joe Pesci var, Google Görseller'e yazınca gözün bi yerden ısırıyor).
Evet, yukarıdaki 2 buçuk dakikalık fragmanda oldukça sert ve cool hareketler gördük ve düşün ki bu 2 buçuk dakikadan tam 84 tane var filmde. Eğer uzun süre konsantre kalmaya alışık değilsen filmi ellişer dakikalık dört dizi bölümüne ayırman da mümkün. Ama sana şöyle söyleyeyim, film 210 dakikanı alırken bunu hissettirmiyor bile. 210 dakikan karşılığında sana Susurluk kazasının Amerikan versiyonunu gösteriyor, "mafya-kamyoncu-devlet-tetikçi-tetikçinin dövdüğü bakkal beşgenine" seni de sokup hayat dersleri veriyor.
Frank Sheeran (Robert De Niro), Russel Buffalino (Joe Pesci) ve Jimmy Hoffa'nın (Al Pacino) farklı yaşlarda ve farklı konumlardaki halini izlerken ağaç öğütme makinesinde adam doğrayan mafyaları da yâd ediyor, özlüyoruz.
Yargı bürokrasinin olmadığı, sanıkların ceza için beklemediği o güzel zamanlar...
Filmimi nasıl beğendiniz?
Film 2003'te yayımlanan I Heard You Paint kitabından uyarlanmış, film de kitap gibi spekülasyonlar içeriyor ama ABD tarihini anlamak için önemli veriler sunuyor. Biz de o ara ABD tarihi hakkında fazlaca bilgi ediniyoruz: Kennedy’lerinin ölümü ile ABD'deki İtalyan kökenli mafyaların ilişkisini, Fidel castro'nun Domuzlar Körfezi Çıkarması’nı başarısız kılarak ABD’de dengeleri nasıl yerinden oynattığını… ABD tarihine daha çok hakim oldukça daha fazla komplo teorisi kurma şansımız da oluyor. Filmde aile isimleri geçtikçe "Dünyayı yöneten 10 aile" ezberimizi kontrol ediyoruz.
- Rothschild'lerin dünürü bu... Çağıralım mı masaya?
Bu arada kamyonculuk yapmadan kamyoncular sendikasının başına gelen, işçilerini desteklerken mafyaya da el uzatan ilginç adam Jimmy Hoffa'yı canlandıran Al Pacino müthiş oynuyor. Türkiye'den biri oynayacak olsa Şener Şen'le İlyas Salman'ı CGI'la birleştirmek zorunda kalacağımız karakterin altından harika bir şekilde kalkıyor Al. Bu harika oyunculuk performanslarıyla beraber diyalogları dinleyince takım elbiseli heriflerin gereksiz şiddet dürtüsünün ABD'nin hırçın refleksleriyle nasıl örtüştüğünü görebiliyoruz. Ama mesela Al Pacino bir tane mimiğini yanlış bir yere oynatsın, göremeyiz onu. Öyle hassas bir denge...
80 yaşına gelse de mimikler hâlâ 30...
Peki yaşlılıktan mimik oynatamayan Robert De Niro?
Scorsese tanıdıklarla çalışmayı seviyor. Mesela bu filmin müthiş kurgusunu yapan isim de 40 yıldır beraber çalıştığı Thelma Schoonmaker. Frank karakterinin gençliği için de sırf tanıdık olsun diye Robert De Niro'nun yaşlı halini oynatmış ve bu da biraz kayırmacılık sanki?.. Gençlerin önünü kapatıyor sanki! Belki bi "De Niro Gençliği" diye bir pozisyon açılsa 500'ü kadın olmak üzere 2000 kişi başvuracak ama dışardaki milyonlarca "eğri dudaklı genç De Niro" görülmüyor bu şekilde...
Neyse işte, yönetmen "Robert, abi birazcık dik dur, azcık da çömez gibi konuş, bu efektçi arkadaş gerisini halledecek" diyerek çekmiş Frank'ın gençlik sahnelerini. Aslında De Niro'nun yaşlı vücuduyla tezat oluştursa da karakterin geçmişiyle daha rahat özdeşleşebiliyoruz böyle. Ama bir yerden sonra 40 yaşında görünmesi gereken De Niro'nun dudak eğrisi* en az 60 gibi kıvrılnca, adam döven De Niro tekmeleri yaşlı yaşlı atınca göze batıyor.
Ayrıca Niro'nun daha çok mimik kullanabilmesini ve Frank Sheraan'ın duygusal derinliğine daha çok inilebilmesini beklerdim. Sürekli kayıtsız bakan bir heriften ibaret kaldı Frank, yazık oldu...
* Robert de Niro'nun dudak eğrisinin filmdeki değişimini ele alan müthiş kolaj çalışmam...
Netflix'te gösterilmesinin bir katkısı olmuş mu dersin?
Netflix dizilerinin çerçevesi çok belli olsa da, yönetmenler Netflix'e yaptığı filmlerde daha rahat, daha bağımsız davranabiliyor. Scorsese 3 buçuk saatlik filmi kabul edecek yapımcı zor bulunurdu örneğin. SPOILER: Bir de 3 buçuk saatlik filmin finalinde yapımcılar kan gövdeyi götürsün isterdi ama Netflix öyle davranmamış. Filmin final sekansında suçlulukla karışık yaşlılık huzuru görüyor, ağır akış içinde ölümü hisseder gibi oluyor, tövbe estağfurullah çekiyoruz.
Kısaca Scorsese, derdini yine ağır ağır anlattığı önceki filmi Silence gibi yavaştan alabilmiş, karakterin belleğinin içinde yavaş yavaş gezdirebilmiş bizi. Marvel'a atıp tutacağına öpsün de başına koysun Netflix'i yani... (Paragrafı, çok alakasız iki şey arasında bağ kuran bir tweet gibi bitirmek.)
Filmden hoş bir diyalogla bitirelim o zaman bu bölümü:
- Delaware'de ne işin var?
- Bir çamaşırhaneyi bombalayacağım.
- ...
- Ek gelir olsun diye yapacaktım.
Şu repliğin tadını hiçbir diyalog yakalayamaz tabii... Yakalayamamalı da...
Puan: Karanlık bir 80
Küçük Şeyler - Yine yabancılaşmış beyaz yakalı döven bir festival filmi...
Babamın Kanatları filmini pek sevmiştik Kıvanç Sezer'in. Çünkü işçi sınıfından bahsediyordu, gerçekçi bir filmdi ve biz de solcuyduk. Ve her solcu etkinliğine gelen adam Menderes Samancılar'ın performansını da sevmiştik. Neyse Kıvanç Sezer o arada "Yeter bu kadar işçi sınıfı ya, diğer festival filmci arkadaşlarım beni hep dışlıyorlar ortamlardan, benim de onlar gibi yabancılaşmış beyaz yakalı anlatmam gerek" demiş olmalı ki bu tondaki yeni filmi Küçük Şeyler'le ufak ufak festival ödüllerini toplayıp vizyona geldi yine.
Kıvanç Sezer ikinci uzun metraj filminde gerçekçilik tarzından azıcık sapıyor ama festivalcilik tarzından ödün vermiyor. Başrollerde ise Alican Yücesoy ve Başak Özcan Sezer göze çarpıyor.
Başak Özcan Sezer hangisiydi ya dediğinizi duyar gibiyim...
Neye benziyor?
Zeki Demirkubuz'un C Blok filmini bilir misin? Herkes Masumiyet'i, Kader'i bilir ama C Blok filmini bilen ortamlarda kazanır. Her neyse, bu film de C Blok'taki gibi bir siteye hapsolmuş hayatları gösteriyor. İlişkileri iyi kötü devam eden Onur ve Bahar, Onur'un işten kovulmasıyla gerildikçe geriliyor. Kendi halinde bir adam olan ve aslında hayat içinde çok da bir 'ederi olmayan' karakterimiz Onur'un antidepresan üreten bir şirkette çalışması ve aynı antidepresanın yan etkileri olarak halüsinasyonlar görmesi, filme farklı bir tat katıyor. Ne içiyorsa aynısından biz de istiyor, hemen sonra "Kimyasala bulaşmıycan hacı" diyerek kendimizi frenliyoruz.
Şuna benzer bi kafayı arzuluyoruz biz de...
Yorgos nerden çıktı?
Film aslında çok komik sahnelerle başlıyor, bu komik sahnelerde gerçekçilik de ihmal edilmediği için damağımızda hoş bir tat oluşuyor. Gerçeküstü sahneler yerini gerçekçi sahnelere bıraktığında ise nasıl oluyorsa diyaloglardaki gerçekçilik bozuluyor, ezberlenmiş replikler peşi sıra söylenir gibi olunca filmin tadı da hafif bi kaçıyor. Sonlara doğru ama. Hem tam kaçmıyor, hafiften, hafifçene...
Aslında şöyle diyebiliriz. Yunan Yeni Dalgası'nın çılgın yönetmeni Yorgos Lanthimos'u hepimiz biliriz. Film uzun bir süre bu kafada gidiyor, kara mizah hayallarle beraber ilerlerken sonlara doğru sanki yönetmenimiz Kıvanç Sezer "Bu kadar Yorgos Lanthimos delikanlı adamı bozar" demiş gibi duruyor, sanki bileğinde tesbihle kurgu masasına vuruyor ve "Sittirmeyin len Yorgosunu" diyor.
Yine bir anda yabancılaştıkları için pizzaları yarım kaldı beyaz yakalıların...
Neyi nasıl yapabilirmiş?
Yani diyebiliriz ki, hiçbir işe yaramayan absürt iş tanımlarını ve yaşamla alakası olmayan yaşam alanlarını kameraya alan Kıvanç Sezer, karakterler yalnızlaştığında onları daha fazla hayal dünyasına kaçarken resmetse şiirsel bir film yaratabilirmiş. Bi de -bu kısım SPOILER- 'belirsiz son' klişesi kullanmak yerine Onur karakteri salıncakta tek başına dursaymış ve eski sanrılarından bir paylaço ya da bir zebra ile baş başa kalarak beraber hayatı sorgulasalarmış, tadından yenmezmiş.
Son not: Bu şekilde öneriler yaparak sete gelip "Şu kamerayı bi versene bi şey deniycem abi" diye yönetmeni çekiştiren bir manyak gibi durduysam kusura bakma Kıvanç Sezer...
Zam isterken benim patron da bu şekilde dikkatimi başka yere kaydırmaya çalışır hep...
Puan: Üzeri çizgili bir 70
Başka başka...
Eveet, yukarıdaki iki filme de gitmenizi, pardon birini evde tüketip diğerine gitmenizi öneririm. Özellikle Irishman'i kaçırmayın derim ama zaten nasıl kaçıracaksınız, televizyonunuzda film, ehehe... Oturduğunuz yerden Netflix açıp daha fazla film izlemek isterseniz de şunları önerebilirim: Yüzeysel olsa da gayet eğlenceli ve nostaljik bir öyküsü olan Dolemite is My Name, ailece izlenebilecek bir Noel komedisi olan animasyon Klaus, son Cannes'da Grand Prix alan Atlantique...
Heh ben dışarı çıkmak istiyorum vizyonda ne var, diye tutturursanız, Monos'u ve Doctor Sleep filmlerini önerebilirim. Bu arada Emin Alper'in Kız Kardeşleri de BluTV'ye düştü, ondan da sizi haberdar ederim. (Evet tüm dijital platformlara torrent muamelesi yapıp "düştü" diyoruz biz.) Bir de hazır Haluk Bilginer'in gazına gelmişken Şahsiyet dizisine bakmadıysanız acilen sizi oraya havale ederim.
Ben bir şey izlemek değil okuma yapmak istiyorum derseniz, Martin Scorsese ağabeyin "Marvel filmlerinin neden sinema olmadığına dair yazısını" paslayabilirim. Ayrıca yazı biterken Martin ustanın en sevdiğim 3 filminin Taxi Driver, The Departed ve The Irishman olduğunu söyler, siz de en sevdiğiniz üç Scorsese filmini oylamak isterseniz aşağıdaki fotoğrafa tıklayın derim:
Hadi beni rahat bırakın artık da Twitter'da gezeyim...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Bi dahaki sefere senenin en iyi filmlerini konuşacağız inşallah)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et