Christopher Nolan, Size Kendinizi Geri Zekalı Gibi Hissettirecek Yeni Filmini Gururla Sunar: TENET
The Dark Knight serisi, Inception, Interstellar falan derken İngiliz yönetmen Christopher Nolan günümüz sinemasının oyun kurucularından biri haline geldi. Kendisi genellikle filmlerini yaz ortalarında çıkarıp “yazın filmi” titrine oynar. Bu yaz da dünya yıkılarken bizi 2 saat maske takıp salonda film izleyecek vurdumduymazlığa ulaştıran filmi Tenet ile karşımızda. Şaka bi yana, abi biraz “yazın kralı” olabilmek için bizi harcadı ya neyse… (Biz de harcanmaya baya okeydik)
Peki, nedir bu TENET?
Adet yerini bulsun, önce bir fragman çakalım:
Nolan’dan bekleyeceğiniz gibi Tenet beyninizi bükecek, hatta daha önce hiç bükmediği kadar! Hiçbir şey çaktırmadan konuyu şu şekilde ifade edeyim: Kendisine “protagonist” (TR: ana karakter) olarak hitap edilen bir CIA ajanı (John David Washington), nereden çıktığını anlamadığımız partneri Neil (Robert Pattinson) ile dünyayı yok olma tehlikesinden kurtarmaya çalışıyor. Tehlikenin ne olduğunu söylemek ayıp, ama bilin ki gelecekten geliyor! Bir yandan da kötü adamımız silah tüccarı Rus abi (Kenneth Branagh) ve oğullarını kullanarak resmen tutsak haline getirdiği karısı Cat (Elizabeth Debicki) falan var. Hepsini birbirine bağlayan da bu “savaş”.
Nolan’ın zaman fetişi var bilirsiniz. Inception’da rüyalarda zamanı bozuyordu, Interstellar’da bir karadeliğin içinde, Memento desen kıçı başı ayrı oynuyor. Hepsi de böyle he. Tenet’ta da zamanla oynuyor ve bizi yepyeni bir konseptle tanıştırıyor: ZAMAN EVRİLMESİİİİ. Yolculuğu değil ha, evirmesi. (Bunu anlatmaya kalksam fizik makalesine dönecek o yüzden konseptle sizi baş başa bırakıyorum. Bir de orjinali “time inversion” he.)
Ancak, Transformers’ı aratmayan aksiyon sekanslarıyla ve hızlı tempolu kurgusuyla, bu kadar derinlikli bir konuyu tek seferde içselleştirip filmi tamamen okuyabilmek pek mümkün değil gibi. Filmin başrollerinden Pattinson bile aylarca olan biteni anladığından emin olamamış. O yüzden filmden bir alıntıyı buraya bırakıyorum: “Onu anlamaya çalışmayın, onu hissedin.”
- Abi ben bi şey anlama...
- Şşştt sus ve hasılatı hisset...
Gerçi bana sorar sanız filmi hissetmek de en az anlamak kadar zor çünkü filmde hissedilecek pek bir şey yok. Bilirsiniz ki Nolan, bir filmin kalbini oluşturmakta çok güçlü bir yönetmen. En büyük ölçekli olayların, en karmaşık durumların bile ortasında her zaman bir şey hissetmeye iter bizi. Batman’i ele alışındaki en büyük başarılarından biri de bu değil miydi mesela?
Gel gör ki, Tenet’ta bu konuda başarılı olduğunu pek söyleyemem. Ana karakteri pek umursamıyoruz ve onunla bir aksiyon kahramanı olması dışında pek bir ilişki kuramıyoruz. Diğer karakterle kurduğu ilişkiler de zorlama ve yeterince iyi işlenmemiş. Şüphesiz bunda başrol, Denzel’in oğlu John David Washington’ın filmi taşımaya yeterli olmayan ve ifadesiz performansının da etkisi var. (Nolan senelerce filmlerinin başrolleri hep beyaz oyuncular olduğu için eleştirildi, o yüzden bu filmin başrolünü siyahi bir aktöre vermesi şaşırtıcı değil.)
Yönetmenin, James Bond’a ve casus janrına olan sevgisini duymuşsunuzdur. Tenet’ta da Nolan’ın zekasına yakışır bir şekilde çok daha karmaşık tehlikelerle karşı karşıya gelen, zaman büken bir Bond izliyoruz. Yatlar, zengin iş adamları, ajanlar, Ruslar… Bir aksiyon filmi olarak ele alsak gerçekten müthiş keyif alacağınıza eminim. (Araba takip sahnesinin böylesi yok!) Bilim kurgu olarak da sizi bir hayli memnun edecek, size yeni konseptler öğretecek ama zaman zaman benim gibi fizik ile o kadar haşır neşir bir insan değilseniz, kafanızı sevecek. Ancak dediğim gibi, tüm bu mükemmel karmaşayı birbirine ve sizi de filme bağlayacak o duygusal bağı bulamayabilirsiniz.
Normal dönemde olsak “Koşun sinemaya çabuk!!!” diye bağırırdım. Mükemmel değil belki ama canımız Nolan’ımızın yeni filmi ve kesinlikle daha önce benzerini görmediğinize de eminim. Ama şimdi korona morona ne bileyim...
Not: Ben filmi Inception’a çok benzettim. Bilim kurgu türünde oldukça hareketli ve riskli gizli uluslararası bir operasyon, kafası bir hayli karışık baş karakter, aksiyon sekansları, özellikle flashback sahnelerinin kurgusu, yeni Yusuf’umuz Mahir ve yani Saito’muz Satar aralarındaki benzerliklerden bazıları. Başrol Washington da iki filmin “akraba” olduklarını söylemişti mesela. Bakalım siz de bunu hissedecek misiniz?
Not 2: Açılış sahnesi yine MÜ-KEM-MEL!
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et