Artık Bizim de Bir Distopik Bilim Kurgu Dizimiz Var (Çok ihtiyacımız varmışçasına): Sıcak Kafa
Netflix’in uzun zamandır beklenen “Made in Turkey distopya”sı Sıcak Kafa sonunda geldi. Afşin Kum’ın aynı adlı ilk romanından uyarlanan dizi, Netflix’te gördüğümüz yerli fantastik dizilerden (Atiye, Hakan Muhafız ve Yakamoz S-245) epey farklı bir yerde konumlanıyor. Gelin önce künyeye bakalım, başrollerinde Osman Sonant, Hazal Subaşı ve Şevket Çoruh’un yer aldığı dizinin yönetmen koltuğunda Mert Baykal ve Umur Turagay oturuyor. Senaristler ise Mert Baykal, Müjgan Ferhan Şensoy, Zafer Külünk ve Gökhan Şeker. Yapım, Tims&B Productions imzalı.
Basit Basit Anlatıyoruz: Sıcak Kafa konusu
İletişim yoluyla yayılan bir salgının (ARDS) pençesindeki distopik bir dünyada, hastalığa bağışıklık kazanmış olan dilbilimci Murat Siyavuş, hedef haline gelir. Bir yandan Salgınla Mücadele Kurumu’nun, diğer taraftan muhalif aktivistlerin aradığı Murat, aslında yıllar evvel yapılmış bir işlemin sonucunu bünyesinde taşır. Hastalığa bağışık olsa da ona alev alev yanan bir kafa kalmıştır. Murat’ın derdi ise ona bu kafayı armağan eden arkadaşını bulup bir çözüme ulaşmaktır. Ancak bir gün, beklemediği bir anda Şule ile tanışır ve artık bir amacı daha olur. Şule’yi bir daha görmek…
- Çıhar gafanı!
ARDS hastalığı, halk arasında abuklama olarak bilinir. İnsanlar saçma sapan konuşmaya başlar, onu dikkatle dinleyenler de 6 dakika içinde abuklamaya yakalanır. Buna önlem olarak insanlar sürekli kulaklıklarla dolaşır (Kulaklık-Mesafe-Hijyen). Delilik mi, gerçeklik düzleminin değişmesi mi, yoksa sadece dilin yapısından özgürleşmesi mi bilinmez çaresi bulunamamış bu hastalık öylesine yayılır ki, ülkenin her yerinde karantina bölgeleri bulunur. Hasta insanlar toplama kampı gibi alanlara atılır. Elbette bu hastalık bahanesiyle sıkı yönetim ilan edildiğini ve baskı rejiminin kurulduğunu da tahmin edersiniz.
Sıcak Kafa vs Abajur Kafa
Buram Buram Memleket Koktu Buralar
Konu ilgi çekici değil mi? Üstelik mekan İstanbul olduğundan, izlerken “bizim ülkede de yapılabiliyormuş demek” hissi bir ufak gurur veriyor. Kafasına dondurulmuş bezelye basan, kulağına şifa niyetine çiğnenmiş ekmek tıkayanların distopik evreni burası. Yerli milli karanlık evrenimizin Türkiye vurgusunun çay, simit, kokoreç yerleştirmeleri ile yapılmamasından aşırı memnuniyet verici. Keza köy dokusu, cefakar ana karakteri olmaması da bir ferahlama getiriyor. Sıcak Kafa o kadar Türkiyeli ki, Chomsky’e bile gönderme yapılmış senaryoda. Malum Chomsky reis 6 ayda bir Zizek’e, kalan vaktinde de ülkemiz gündemine laf yetiştiriyor zaten. (Şikayetçi değiliz de biz bile bıktık artık bizim gündemden, adam hala medeniyet anlatıyor) Ülkemizin tüm meselelerinin bağlandığı din konusuna dokunulmaması da memnuniyet uyandırıcı. Kitapta bile hastalığın vaaz dinleme alışkanlığı nedeniyle dindarları daha çok etkilediği vurgulansa da bu nokta dizide tamamen es geçilmiş. Bunun yanında Mesut Bahtiyar gibi gülümseten göndermeler de dizinin memleket kokusunun kaynaklarından.
Otobüste yer verme teröründen kaçış taktiği burada da devrede
Dikkat çeken bir diğer özellik ise hemen her sahnede öne çıkarılan atmosfer sesleri. Köpek havlamaları, dışarıdan gelen uğultular, tıkırtılar vs ile “işitsel yolla” bulaşan hastalığı anımsatırcasına, izleyicinin de kulağına dikkat kesilmesini sağlıyor. Zaten Netflix dizilerinden aşina olduğumuz ses sorunu yine mevcut olduğundan ister istemez pür dikkat dinliyorsunuz o ayrı… Dünya tasarımı da oldukça inandırıcı. İstanbul’a çöken Ankara grisi boğsa da dizinin istediği de bu zaten.
- Bir "everybody lies" patlatayım mı?
Ancak kitapta yer alan birçok açıklama dizide es geçildiği için kitabı okumayanların yer yer "Lan noluyo?" diyeceği durumlar da var. Örneğin hastalığın nasıl ortaya çıktığı, dünyada nasıl bir seyir izlediğine dair bilgiler dizide daha az. Üstelik kitapta biz daha “sıradan” bir Murat Siyavuş’un peşinden giderken, dizide “süperkahramanlaştırılmasına” şahit oluyoruz (ha bizim süper kahramanın çok hızlı sudoku çözmek ve ateşinin çıkması dışında pek bir numarası yok, o ayrı). Kitap daha çok monolog odaklıyken dizi olaylar olaylar… Sıcak Kafa’nın dizisinde evrene resmen kat çıkılmış. Aslına bakarsanız iki projenin kardeş ama birbirinden farklı karakterlerde iki kardeş olduğunu söylemek en doğrusu. Hangisinin daha iyi olduğu ise izleyici/okur zevkine bağlı.
Ören Bayan'la dizi keyfi reklamlardan sonra devam edecek...
Dizinin cezbedici yanlarından biri ise kitaptaki “düş” kısımlarının çok iyi bir şekilde resmedilmesi olmuş. Bunun yanında kitaptaki gibi dizide de Behzat karakterinin öngörülemezliği, hikayenin normal sorgusuna uyumlu bir nüans. Casting Sıcak Kafa’nın tartışılmaz en kuvvetli yanı zaten. Özellikle Osman Sonant adeta döktürüyor. Tilbe Saran’ın canlandırdığı anne karakteri ise kitaptakinden bile daha canlı…
Mevzuat gereği dizide en az bir Haluk Bilginer çalıştırma zorunluluğu...
Emek verildiği, para harcandığı, kafa patlatıldığı belli bir dizi, emeği geçenlerin aklına fikrine sağlık. Peki tökezlemeler yok mu? Bence var… Örneğin dizi bölümleri çok uzun. Artı 1 tayfasının karikatür solcu hezeyanları dizinin zayıf noktası. “İstanbuldaki adamınız” tadındaki komedi filmi karakteri, “benim burada ne işim var” der gibi. Karanlık dünyanın motivasyonu olsun diye konulduğu belli olan komik veya politik göndermeli ögeler, kan uyuşmazlığı hissi yaratıyor. Keza Murat’ın “açılın ben başrolüm” koşuşturması, zeka gösterisi bulmaca kovalamacası da “neden” bir türlü anlayamadığım kısımlardan. Kısacık kitap, iki sezon dizi çıkarma uğraşı ile uzatılmış gibi. Mis gibi hikaye, güzel de yazılmış, 8 değil de keşke 5 bölüm olsaymış. Temiz temiz izleseymişiz. Ayrıca kötü karakterin bu denli steril çizilmesi ve odak haline getirilmesi yine diziye özgü bir seçim.
Bu pandemide de mi kolonya dolduruyoruz?
Aslında Bu Bir Hastalık Hikayesi Değil!
Hastalıklı, kötü ve sakıncalı yer anlamlarına gelen “dus” ve “topos” kelimelerin distopyayı oluşturuyor malum. Türün diğer örneklerinde olduğu gibi, abuklama hastalığı da toplumda baskı için meşruiyet sağlamak üzere kullanılıyor. Sağlıklı olmak iktidarın anladığı ve onayladığı gerçeklik düzleminde olmak demek. Bu nedenle alınan radikal tedbirler de korku ikliminin ürünü olarak toplumsal onayla hayata geçiriliyor. TV ile uyuşturulan halk, sadece nefes alarak yaşadığını sanıyor. (Nereden aklınıza geliyor böyle şeyler ya? Enteresan...)
Sadık Murat Kolhan’a bak yerleştirmiş sübliminali
Ayrıca hikayedeki karantina gibi araçlar bir yandan da sosyal, sınıfsal ayrımları derinleştiriyor. Tabii bunun sonunda bölgesel farklar da devreye giriyor. Örneğin kitapta daha net anlatılan, TV kanalları ve yönetim binalarının olduğu korunaklı bölge belli bir zümrenin ayrıcalığı. Sıcak Kafa dizisinde vurgulanan Kocaeli olaylarında yerin Kocaeli olması da tesadüf değil.
Türkiye’nin sanayi başkenti olan ve işçi nüfusuyla öne çıkan bu alanın dizide bir isyanın öncüsü ve katliamın mahali olması da sınıfsal bir gönderme içeriyor. Kitapta araba kullananların çoğunlukla denetimden bile geçmediği vurgusu da bundan. Oysa yürüyenlere adım başı GBT yapılıyor. Çünkü özel araç kullanmak hem araçla kurulan sahiplik ilişkisi bağlamında ekonomik/sosyal olarak hem de toplumdan izole olma anlamında rejim için işlevsel. Oysa kalabalık içinde yürümek tehlikeli, sınıfsal ve rejim için fonksiyonsuz.
“Aileden zengin olup, fakir gibi görünmeye çalışan sanatçı” kombini
Otorite için hastalığın veya tedavinin değil, hastalık olgusunun getirdiği değişimin önemli olduğu görülüyor. Hikaye bu sorunu somutlaştırmak için dili merkezine alıyor. Bir anlamda sosyal mekanizmalarla, diğer insan ve kurumlarla bağımızı oluşturan “dil”, hastalıkla beraber fonksiyonunu yitiriyor. İnsanlar “medeni” bağlarından koparken anlaşılmaz cümleler söylüyor. Ancak sürü olarak hareket özellikleri (abuklar zaman zaman topluca hareket edebiliyor) kalıyor. Diğer bir deyişle hayvansallaşma vurgulanıyor. Bu bir anlamda öze dönme ve sistemlerin kontrolünden çıkma… Çünkü insan eliyle düzen sağlamak için oluşturulmuş bu sistemler, halihazırda öngörülebilir bireysel davranışlar içermek üzere kurulmuş. Öngörülemez davranış sergileyenlerin hapsedilmesi, uzaklaştırılması, cezalandırılması zaten modern dünyada beklenen şey. Tam da bu nedenle dili vuran bu hastalık, rejim için büyük bir tehdit. (Bir yandan da baskı için kullanışlı bir araç) Murat’ın da “TV karşısında göbeğini kaşıyan adam”dan dönüşümünün aşkla olması öze dönüşle ilişkili. Aşkın öngörülemezliği içkin bir güç olarak rejimin illüzyonunu yıkmaya yardımcı oluyor.
Aslında Sıcak Kafa bir hastalık, salgın veya aşk hikayesi değil. Bu metaforlar üzerinden güç dengelerini, sınıf çatışmalarını, modern dünyanın tektipleştirme eğilimini ve günümüz toplumlarında normalin dışına çıkmanın nasıl sakıncalı olduğunu anlatıyor. Belirlenmiş sosyal roller, işler, alışkanlıklar ve istikrar ile uyuşmuş bireylere ışık tutuyor. “Hastalıklı olmanın aslında yeni bir sağlıklı olma durumuna işaret edebileceği” ise kitapta anlatılırken dizi henüz bu mesajdan yoksun. Sanırım ikinci sezon bu mesaja hizmet edecek. Kıssadan hisse Sıcak Kafa, türünün yerli nadide bir örneği olarak Netflix’te. Yer yer uzun, özellikle artı bir'li sahnelerde ortaokul müsameresi tadı veriyor olsa da çoğunlukla başarılı ve izlemeye değer bir seyirlik. Kitabını bilerek izlemek ise biraz tat kaçırabilir ancak kitabın anlatım dili oldukça iyi. Bu nedenle izledikten sonra kitabı okumayı ihmal etmeyin.
İyi seyirler.
(gizemkaboglu Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et