Mad Men’den Sınıfta Kalanlar için 60’lar Bütünleme Sınavı: Lady in The Lake
Siyah kuğumuz Natalie Portman’ı 1966 yılının Baltimore’una ışınlayan Lady in the Lake, nostaljik dünyasına çok sayıda sosyopolitik mesaj sığdırıyor. Insercure’daki performansının yanı sıra, kaslı vücudu ile akıllarda yer eden Y’lan Noel’i Portman’ın partneri olarak izliyoruz. Dizide, Noel iyi siyahi polis rolüyle bir klişeye can verse de giderini koruyor. Güzelliği ile Cleopatra lakabına layık görülen Cleo’yu canlandırarak dizinin diğer kadın başrolü olan ise Queens Gambit’in bonus saçlı kızı desek hatırlayacağınız Moses Ingram. Ülkemiz izleyicileri için makyajı ile Cleopatra’dan ziyade Gülşen Bubikoğlu’nu aklımıza getiriyor ama olsun, o da güzel tabii...
Laura Lippman'ın aynı adlı romanından Alma Har'el tarafından uyarlanan ve yönetilen dizi, aslında iki kadının farklı yaşam savaşları verirken nasıl benzediğini göz önüne seriyor. Lady in the Lake’in konusu ne mi? Her şey bir cinayet ile başlıyor, sonra bir cinayet daha işleniyor. Hayatları birbirine teğet geçen iki kadının yolları dizinin 5. bölümü itibarıyla tam olarak kesişiyor. (Sezon zaten 7 bölüm, çok acele etmişler…)
İlk kadın Natalie Portman’ın oynadığı Maddie Schwartz. Orta sınıf ev kadını ve kutsal anne klişesinden isyan ederek kurtulan Maddie, tabir-i caiz ise müslüman mahallesinde salyangoz satan zıtlıklar kraliçemiz rolüyle dizide. Jackie Kennedy imajıyla kent varoşlarında kendince yaşam savaşı veriyor.
Diziyi facetunela mı yaptınız ne yaptınız?
Yahudi kökenli bir Alman olarak kendi kimliğine dönerken kocasından gelen zenginliği kenara itiyor, ötekilerin mahallesinde hayallerinin peşinde koşuyor. (Türkiye’de biz buna “Bahar sendromu” diyoruz. Demet Evgar bunu beğendi.) Yıllarca temizlediği ellerini bu kez kirletmekten kaçınmadan gazetecilik hayallerinin peşinde, akıl hastanesinden olay mahallerine koşuşturuyor. Bu sırada yahudi kimliğine de zeval getirmekten gocunmuyor ve bireyselleşmek için tabularını tek tek yıkıyor. Kulağını deldirmek de, kocasını aldatmak da, kendi gençliğinin kapanmamış defterlerini açmak da bu bireysel savaşın cepheleri oluyor. Alt ve üst kimliklerin hepten birbirine karıştığı dizide beyaz yahudi kadın (Maddie) ve siyahi Amerikalı polis (Ferdie) aşkı filizleniyor. (Ayyy çok şaşırdık şu an…)
Numaramı vereyim, ceset falan bulursan ararsın
İkinci kadın baş karakterimiz Cleo Johnson (Moses Ingram), bir gece kulübünde “ağzımızın tadı bozulmasın” kıvamında legal işlerle uğraşıp illegal işleri görmezden geliyor. Eşzamanlı olarak siyasi ideallerinin peşinde koşuyor. Siyahilerin ve kadın temsiliyetinin uğruna gönüllü olarak çalışırken siyasetin kirli yüzü ile tanışıyor.
Nazan Öncel’in “sokarım politikana” adlı parçası minvalinde bir metal yorgunluğu yaşayan Cleo, çalıştığı kulübün illegal işlerine de göz kırpmaya başlıyor. Pezevenk ceketi giyerek dizideki mevcudiyetini somutlaştıran kocasının, biri hasta diğeri çetenin oyuncağı olan iki oğlunun dertlerini bir kenara bırakıp kendi yolunu arıyor. Anlayacağınız seneler evvel hayallerinden vazgeçmiş iki kadın da şimdi özgürlük meşalelerini yakmanın peşinde. Tam da bu sırada yolları cinayetlerle kesişiyor. Cleo’nun dış sesi ile izlediğimiz dizide; gerilim, suç, aşk, hesaplaşma iç içe geçiyor.
Mesai bitip klimalı ofisten çıkarken...
Baştan söyleyelim dizi, “bak buraya da mesaj ekleyelim” telaşıyla yazılmış izlenimi veriyor. Bu nedenle günümüz dünyası için fazla romantik ve popülist şekilde politize gelebilir. Peki hassas ruhlar için birçok meseleyi “duyarlı” gözlerle hikayesine taşıyan Lady in the Lake’in mesaj havuzunda neler var?
-
Natalie Portman’ın elinin değdiğine emin olduğumuz veganlık mesajları dizide beyaz bir kuzu üzerinden veriliyor. Henüz ilk sahnede kasaptan kuzu alan Maddie’nin (Natalie Portman) üzerine kan bulaşıyor ve kuzu dizide defalarca masumiyet kaybının simgesi oluyor.
Kuğuların da kulağı var mı?
-
Henüz genç yaşta istismar mağduru olan bir kadının kendi hikayesi ile öldürülen bir çocuk üzerinden yüzleşmesi izleniyor. Spoiler vermemek adına deşmiyoruz ama bu hesaplaşma psikolojik çıkarımlar açısından baya civcivli.
-
Yanaktan makas alan tacizci kocaman, yaşlı ve şişman polis klişesi mevcut. Dizi boyunca lanet olası federallere küfür etmek serbest. İyi kalpli siyahi polis (Ferdie Platt) ise “aslında bağzı federaller kötü değil yea” dedirtme görevini başarıyla yerine getiriyor.
Yönetmen metafor kasmış kıps
-
Gördüğü bir rüya sonucu ailesinin kaderinin değişmesine neden olan Cleo’nun babasını anlama süreci duygusal olarak ikna edici. Karakterlerin aile yaralarını bölümler içinde açan senaryo, sabırlı ve karakter psikolojisine meraklı izleyiciler için analiz kasacak bol bol veri sunuyor.
-
Dizi 60’lar Amerika’sında kadının yerinin evi olduğunu bizlere göstermek için metaforlardan yararlanıyor. (Biz bu dersi Mad Men’de geçmiştik hocam!) Maddie’nin kocası olmadan arabasını satamaması gibi detaylar toplumsal cinsiyet 101 dersi gibi… Keza pırlantanın da o dönem kadın gibi yalnızca “evlilik içinde kıymetli” olduğunu gözümüze sokuyor. Öyle ki o binlerce liralık pırlantalar da satınca para etmiyor. Belki de bu yüzden evliliğin sembolü olmuş o ayrı tabii…
Instagram kapatılınca foşur foşurcu tayfa
-
Kadınların yalnızca güzel olduğunda toplumda bir yeri olduğuna dair kadim inançlar, Cleo tarafında sorgulanıyor.
-
Polonyalı göçmen bir dükkan sahibinin ilk cinayet için zanlı olması ve yahudi gazeteci ile röportajı üzerinden bağ kurma çabası, ikinci dünya savaşının gölgesini karakterlerin üzerine amatörce giydiriyor.
-
Çaresizliğin insanları bildiği yoldan çıkarabileceğine dair tez dizide defalarca doğrulanıyor. Cleo’nun adeta bir ticarethaneye dönen kilise ile oğlunun sağlığı pazarlığı, şikeli piyango girişimi, Maddie’nin sigorta oyunu vb.
Yine de bizim olimpiyat takımı kostümünden iyi
Göçmenlere, yahudilere, kadınlara ve siyahilere karşı toplumdaki hakim bakış, sürekli dizide kendine yer ediniyor. Dizinin döneme dair eleştirel perspektifi olduğu, sürekli izleyiciye hatırlatılıyor. Hala toplumsal mücadelenin, bireysel özgürlük savaşlarının hikayesini izlemeyi seven romantiklerdenseniz bu diziyi çok sevmeniz mümkün. Ancak mücadeleden yorgun düşen demokratlardansanız, dizinin size samimiyetsiz geleceğini söyleyebiliriz.
Lady in the Lake, özellikle yönetmenlik performansı, estetik dünyası, müzikleri, Natalie Portman ve Moses Ingram’ın oyunculukları ile akıllarda yer alacak bir dizi.
Korku desen korku, hayalet desen hayalet...
İlk iki bölümü, karakterlerin şekillenmesi ile oldukça ilgi uyandırıcı olsa da 3 ve 4. bölümlerdeki olay akışı maalesef izleyici için duygusal tatminden uzak kalıyor. 5. bölüm henüz ortamlara düşmediğinden yorum yapamıyoruz ama “en azından mesajı olan” bir şeyler izlemek için Lady in the Lake’e bir göz atmaya değer. 7 bölümlük dizi 19 temmuz’da Apple TV üzerinden yayına başladı, ülkemizde muhtelif sitelerden izlenebiliyor.
Tam senlik ortamlar, neredesin ay yüzlüm? (Ay yüzlüm: Salih Bademci)
Dipnot: İki kadının hikayesini farklı dünyalar üzerinden anlatması ile Lady in the Lake, Little Fires Everywhere dizisini anımsatıyor. Bunu severseniz, o diziye de bir bakabilirsiniz. Hatta Lady in the Lake’ten daha akıcı bir senaryo izleyeceğinizi garanti edebiliriz. İyi seyirler.
(gizemkaboglu Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et