Transformers 5: Son Şövalye (Trafik canavarı bayramda ocaklara ateş düşürüyor...)
Haftanın filmleri, bayramda karşılaşacağımız sıkıcı akraba ortamı gibi... Transformers 5, bi' şeyi 50 kere 'yapma' dediğin halde yapan, otobüste-trende mızmızlanıp duran bir çocuk gibi hiperaktif ve gürültülü, ağzına iki tane vurup susturasın geliyor. Politik bir polisiye olan Kara Gün de, sürekli Kılıçdaroğlu'nın liderlik vasfı-dolar kuru konuşan bir amca gibi; gideri var ama bayıyor da. Tek mekan gerilimi olmaya çalışan Berlin Sendromu ise, balon sesinden bile korkup baş parmağını dişleyen panik atak teyzemizi hatırlatıyor, pek geremiyor!
O zaman "Şu mutlu Yeşilçam filmi sonu gibi bir bayram olsun" dilekleriyle yazımıza geçelim:
Transformers 5: Son Şövalye (Transformers 5: Son Şövalye Transformers: The Last Knight) - Bayram trafiğinde cinnet geçiren arabalar birbirine girer...
En çok Zor Kazanç (Pain and Gain) filmini sevdiğim Michael Bay'in, tıpkı Hızlı ve Öfkeli ve Karayip Korsanları gibi bir türlü sonu gelmeyen, 2 buçuk saatlik azaplara dönüşen filmler serisinden bu da... İlk filmde eğlenmiş, 2 ve 3'te sabrımızı-metanetimizi korumuş ama Mark Wahlberg'in dahil olduğu 4'üncü filmden sonra "Artık yeter" deyip avuç içimizi göstermiştik seriye... Ama kime diyoruz ki?..
Bu autobotlar oto-boka sorun mu çıkaracak hep?
Cybertron gezegeninde yaşayan, istedikleri zaman en kral otomobillere dönüşen autobot'ları izliyoruz. Dördüncü filmde, bunların başının yaratıcılarıyla derde girdiğini görmüştük, o sorun devam ediyor. Bu tip fantastik filmlerde gördüğümüz üzere çok önemli bir nesne peşinde koşuyor autobot'lar ve düşman deception'lar. Peşinde düştükleri şey de sahil bölgelerinde satılan kolye uçlarına benzeyen tırt bi' tılsım...
Baş Autobot Optimus Prime'ın yaratıcılarla hesaplaşmak, "Bak beyim" diye uyarmak için uzayda bulunduğu filmde, 4 karaktere odaklanıyoruz: Egzoz tamirciliğinden 'dünyayı kurtaran kaslı adam statüsü'ne yükselen Cade Yeager (Mark Wahlberg), sarılı autobot Bumblebee, asil İngiliz lordu Burton (Anthony Hopkins) ve Vivien Wembley isimli güzel profesör (Düşman arabalara FF veriyor)...
- Havalar ısınmıyor ısınmıyor dedik, yanıyoruz şimdi de yaa...
O kadar parayı neye bayılmışlar yine?
Bu tip dandirik serilerin tek numarası, ortada anlatacak öykü kalmadığı için "En fazla parayı bu son filme harcadık" demektir. Serinin en yüksek bütçeli bu filmine 260 milyon dolar yığmışlar. Aslında bakma, film iyi bir açılış sekansıyla başlıyor. Transformerların öykülerinin Kral Arthur'a uzandığı 400'lü yıllardaki kılıçlı-oklu-mızraklı savaş tatmin ediyor. Sonra otomatik silahlar, tamponla kroşe vuran, kaputla adam tokatlayan autobot'lar, patlamalar geliyor. Senaryo su kaynatınca, öykünün marşı basmayınca sahneleri takip edemez oluyoruz.
İster istemez, gereksiz aksiyondan, savaş gürültüsünden, sıkışık trafikten ve parçalı senaryodan başımız ağrıyor. Bu arada olan sivillere oluyor, trafik canavarı yine can almaya devam ediyor.
Metro Turizm bayrama hazır...
Transformers 6 için yeni karakter önerisi...
Ehliyeti nereden almış bu film?
Senaryo vasat kalınca, oyunculuklar da Heijan ve Muti'deki Muti'nin söylediği nakaratlar ya da İsmail YK'nın kliplerinin başında sergilemeye çalıştığı oyunculuk kadar kötü duruyor. Filmi renklendirmek için sadece dev robotlar yetmez diye düşünüp durum komedisi tadında espriler-komiklikler de var ama tat vermiyor. Profesör kadın ile Cade Yeager arasındaki sürtüşme de, Star Wars'taki droid kardeşlerine özenen robotların şirinlikleri de güldürmüyor. Espri düzeyini ilk filmde iyi tutturmuşlardı; bu filmdeki espri düzeyi ise reaksiyon alamadığı halde "Bana her gün bayram, mehehe" şakasını tekrarlayan bir orta yaşlının dramı gibi...
Bazen ortamlarda kelime esprisi yapmaya çalışırken böyle reaksiyonlar alıyorum...
O zaman film sonrası söyleşisi gibi birkaç soru-cevapla bu kısmı bitirelim:
Kahramanlarımız tam düşecek gibi olurken Autobot'lar onları avuçlayıp kurtarıyor mu yine?
Aynen aynen... Son anda yine, "Verilmiş sadakası varmış" dercesine...
Yine birileri "Fedakarlık yapmadan zafer kazanılmaz" şiarıyla kendini feda ediyor mu?
Etmez mi? Tankın önünde yatmak isteyen de olmuş ama, tank autobot'unun işi çıkmış.
ABD askerleri ve istihbarat yine yarım saatte bir taraf değiştiriyor mu?
He ya... Karaktersiz mi bunlar anlamadım ki!
Megan Fox nerede?
Ninja Kaplumbağalarla takılıyordu en son...
Her kötü fantastik film gibi, ışıklar saçarak kötülük yapan bir cadı var mı?
Bittabi...
Yedek parça?
Kalmadı abim...
Optimus Prime oyuncağını filmden önce mi alıyoruz filmden sonra mı?..
Puan: IMAX izleyenler için 50, normal sinemalarda 40, ekranlara düşünce 30...
Kara Gün (Patriots Day) - Erkek olursa Polis, kız olursa Polisiye...
Peter Berg yönetmenlik yapıyor, Transformers'ın sonra bu hafta ikinci kez Mark Wahlberg karşımıza çıkıyor. Wahlberg, bu sefer dünya kurtarma derdinde değil, sıradan bir polisi oynuyor, "Sıradanı da oynarız evelallah" diyor. Film, 2013 yılında Boston Maratonu'nda gerçekleştirilen bombalı saldırıyı ve sonrasındaki soruşturmaları ele alıyor.
Hangi şerefsizlermiş bunlar?
Avrasya Maratonu gibi geleneksel bir etkinlik olan ve ABD'nin en eski maratonu ünvanını bulunduran 117. Boston Maratonu sırasında, birkaç noktada birden patlama oluyor ve devreye hem eyalet polisi hem FBI giriyor. Bir Hollywood klişesi olarak soruşturmayı kimin ele alacağı yine dert oluyor. Neyse ki FBI'ın başındaki adamın gözlüğüne, ağarmış saçlarına ve gıcır takım elbisesine hürmeten görevi FBI'a veriyorlar ve gerçek olaylardan esinlenen soruşturma-kaçma-kovalama süreci başlıyor.
FBI, "Tüm baz istasyonları aktifleştirilsin", "Taktik hava gözetleme izni alınsın", "Kamera görüntüleri NSA uzmanına 'Kanka durum acil' koduyla gönderilsin" diye soruşturmayı yürütürken Türkiye izleyicisinin aklına tek soru geliyor: "Ee, yayın yasağı?" Kafasına göre saldırgan fotoğrafı yayınlayan Fox'u öyle bırakacak mıyız?
- "İstifa edecek misiniz" diye soran gazeteci olursa gevşek gevşek sırıtmaya ne dersin?
'İmdat polisiye' türünden mi?
Film, polisiye bir öykü olarak kendisini izletiyor. Oldukça sürükleyici, bi' nebze heyecanlı, yer yer duygulu... Yalnız, böyle politik bir olayı yalnızca polisiye bir senaryoya sıkıştırmak eksik kalıyor. Tamam, kimse bombacıyla empati kuralım, onu anlayalım demiyor ama neden teröre bulaştıklarına dair insan bi açıklama bekliyor. Sosyolojik boyut eksik, geriye safi polisiye kalıyor; ana haber bültenine süre doldurmak için konulan Amerikan polisi kovalamacası izliyoruz gibi... Sanki birazdan bankaya dalan Adanalı şoförü izleyeceğiz ve Adanalı kayıtsızlığına güleceğiz!
Bir de gözümüze batırılan Amerikan halkının kenetlenmesi, milli birlik-beraberlik duyguları, duygusallık iyi kurulamadığı için çiğ durabiliyor. Mesela, Boston şehrinin isminin 15 Temmuz Şehitler Boston'ı diye değiştirildiğini düşün; onun kadar çiğ...
Soruşturmaya katkı vermeye çalışırken Hacivat'a dönüşen fedakar polisimiz...
Puan: "Bu kadarcık puanla haftanın en iyi filmi bile olursun sen?" anlamına gelen bir 60
Berlin Sendromu (Berlin Syndrome) - Stockholm Sendromu'ndan çıkar diye ona çalışmıştık biz ama?
Teresa Palmer isimli güzel bir ablanın başrolünde oynadığı filmi Cate Shortlan yönetiyor. Film, bir piskopata karşı kendisini savunmaya, kaçmaya çalışan bir kadını anlatıyor. Dolmuşçuya ücretin, "Şurdan bir yobaz" diye uzatılması gerekenlerin ülkesinde, tanıdık geliyor:
Avrupa'da da mı böyle işler?
Avustralyalı bir fotoğrafçı olan Clare, Berlin'de gezip Sovyet mimarisini fotoğraflar, çektiği düz apartman fotoğraflarına siyah beyaz efekt verince onların çok iyi mimari fotoğraflar olduğunu sanar. Bu sırada bir adamla tanışır, akşamında tutku dolu bir gece yaşayıverir. Ne bilsin, adam piskopatın tekiymiş meğer, kadını eve kilitler ve filmimiz de onun kurtulmaya çabalama macerasından oluşur. Arada gerilimi uzatmak için kadının sesini duymayacağını, yardım edemeyeceğini bildiğimiz 2-3 kişi kadraja girer, kameraya karşı ellerini açarak 'maalesef' pozu vererek kadrajdan çıkar.
Film boyunca zaten gündemden dolayı sinirli olan bizler, kadının öz savunma hakkını savunur, mesela tornavida görünce 'sapla' 'sapla' 'sapla' diye tempo tutarız. Kadından türlü numaralar çevirmesini de isteriz, 'celladına aşık olur gibi yapma' yöntemi (Çakma Stockholm Sendromu) gibi...
Bir pavyon numarası olarak, kendi içer gibi yapıp herifi sarhoş da edebilir, evet...
Peki yeteri kadar gerilecek miyiz doktor bey?
Film Room ya da Cloverfield Yolu No: 10 filmleri gibi tek mekana sıkışma gerilimini veremiyor. Herifin piskopatlığı gerse de kadının sıkışmışlığı anlaşılmıyor, duvarlar üstümüze üstümüze gelir gibi olmuyor. Adamın neden piskopat olduğu tam anlaşılmıyor. Acaba yönetmen, herifin kapalı kapılar ardında insanları hapsetmesi ile Doğu Berlin vurgusu arasında mı bağ kurmuş da "Komünistler aha böyle manyaktı" mı demek istiyor? Yuh artık, eğer böyle saçma bir şey düşünmüşse üzülürüm, valla alınırım. Kızmam belki ama kırılırım!!
Görsel anlamda akılda kalanlar ise yavaş çekimle verilen bazı mekanlar, hareketler oluyor. Gerilim ve kuşku verici unsurlar olarak düşünülen bu planlar zaten çok yavaş akan filmde, bir slayt gösterisi gibi... Sıkıcı ders anlatan hoca gibi, "Slayttan okuma hoca" demek ister gibi...
- Zaten bi gece kalcam, iki parça şey alsam yeter
Puan: 40 (kere düşünün yabancı bi yere giderken diyor, oturun evinizde diyor, kızıyor bize)..
Diğer:
Haftanın diğer seçenekleri ise şöyle: Ebeveynleri ölünce taşrada yaşayan dayısının yanına verilen 6 yaşındaki Frida'nın öyküsünü görüp çocuk sevebileceğimiz, fragmanı izleyince Dalin şampuanları reklamlarını yâd ettiğimiz '93 Yazı, 13 yıl sonra gelen bir devam filmi olan ve fragmanındaki Türk Korku Filmi başlığından dolayı oldukça korkutan Büyü 2, Lübnan'da yaşayan görme engelli bir genç müzisyeni anlatan, sıra geceleri havası koklayabileceğimiz Dağların Ardında, kadrosundaki Cem Özer'i yıllar sonra görüp "Bu talk show yapıyordu zamanında, hey güdü" diyeceğimiz Tatlı Şeyler ve Alman yapımı bir tavşan öyküsü (disiplinli tavşan?) Tavşan Okulu...
Dur dur, 2 tane daha var: İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale'yi kapan, Türkiye'nin Oscar adaylarında şansı olan, herhalde aday prosedürleri gereği 1 salonda gösterime sokulan Sarı Sıcak ve de her bayram muhakkak ya film çekeceğini duyuran ya TV'de filmi gösterilen ya da bu şekilde bir filmini ikinci kere vizyona sokan Şahan Gökbakar'ın ölümsüz eseri Recep İvedik'in 5'incisi...
6'ncı filmde bir kamyon autobot'u olarak görsek hiç şaşırmayacağımız İvedik...
SONUÇ - Bu haftanın filmleri olmasa ne kaybederdik?
Bu hafta blockbuster, polisiye ve gerilim sineması severleri, vasatlığına, ortalama olmalarına aldırmadan sırasıyla Transformers 5'e, Kara Gün'e ve Berlin Sendromu'na gidebilir. Türkiye'nin geleceğine bir katkı yapmak isteyenler de ikinci kez vizyona giren, çünkü seyirci rekoru kırmayı çok ama çok isteyen Recep İvedik 5'e gidecek çocukları-ergenleri önlemeye çalışabilir. Onlara alternatif olarak, eski bayramlardaki gibi mahallede torpil patlatıp ortalığı yangın yerine çeviren, komşulardan topladıkları şekerlerin hepsini yutup cırcır olan kendi çocukluğumuzu gösterebilirsiniz sanki...
Haydi cümleten iyi bayramlar, kendinize dikkat edin, haftaya görüşmek üzere...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Havalar artık soğusa da vizyona güzel filmler gelse keşke:)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta paylaş twitter'da paylaş Allah'a havale et