Vizyonda Bu Hafta: Ertuğrul 1890 (Barış Manço Dönemi Öncesi Türk-Japon İlişkileri)
Yılın son vizyon haftasında yığınla film gösterime girerek sahaları bize dar etmeyi planlıyor. Çoğu, fragmanından belli filmler. Özellikle Ertuğrul 1980 ve Delibal'ın fragmanlarını izlediğinizde filme çok gerek kalmıyor. Zaten filme gittiğinizde de keşke fragmanı izlemekle kalsaydım, diyerek yerim yerim yerinmeniz mümkün. N'olacak filme gittiğinizde sanki, Lance Armstrong'un ne dopingli bir herif olduğunu, extreme sporcuların bitmek tükenmek bilmeyen extreme'lerini, Türklerin ve Japonların al gülüm-ver gülüm birbiriyle paslaştığını, Delibal'ın şuursuzluklarını göreceksiniz. Fragman iyidir...
Yazıyı da spotu okuduk yeter, deyip geçmeyin ama. Yazının yeri ayrı:
AKM'nin başına gelecek daha kötü şeylerin fragmanı niteliğinde...
Ertuğrul 1890 - Bir Osmanlı dramı ve Turgut Özal göbeği
Türk ve Japon hükümetlerinin akıttığı liracıklar ve yenciklerle çekilen, Türk ve Japon vatandaşların içlerinde gram kötülük olmadığını salık veren bir yapım... Film "Biz şimdi kıvıramayız" denilerek Mitsutoshi Tanaka isimli Japon arkadaşa yönettirilmiş. Tarihi bir olaydan hareket edilmiş: Osmanlı donanması uşakları, dostluk ve fair play mesajlarını iletmek için Ertuğrul isimli fırkateynle 1889'da yola çıkıp yolda kısa bir kolera kaptıktan sonra 1890'da Japon İmparatorluğuna varmayı başarıyor.
Asker! Uyku moduna geç!
İşleri bitince, tam tayfun mevsimi olan eylül ayında dönmek isteyen Osmanlı askerleri, Japonların "Tamam sizin külüstür buraya kadar geldi ama bu havada dönemez. Japonuz ya, bizim sözümüze de mi güvenmiyorsunuz?" uyarılarına kulak asmayıp dönüş yolculuğuna çıkarlar. Tayfuna yakalanınca da bir Japon adasının kayalıklarına çarpıp 500'ün üzerinde kayıp verirler maalesef. Geriye 69 kişi kalır ve olan yine fakir fukara evladına olur.
Japon Sözü Dinlemeyenler, 70x100 cm Tuval Üzerine Yağlı Boya
Filmden ne anlamamız gerekiyor?
Geminin çarptığı kayalıklarda yaşayan şirin Japonların el vermesiyle 69 vatandaşımız kurtuluyor ve daha sonra Japon gemileriyle geri dönüyorlar. Olay; Türkler ve Japonların sırasıyla birbirlerini kurtarmaları... 1890'da Japon adasındaki, Cankurtarano köyü sakinleri Japonların bizimkilere elvermesinin ardından 1985'te de İran-Tahran'daki savaş ortamında mahsur kalan Japonlara uçak gönderiyoruz. Altta kalmıyoruz, ne sandın, hey yavrum hey, onlar bize gemi verirse biz onlara uçak göndeririz. Şimdi sıra Japonlara geçti: Rusya doğalgazımızı keser, İsrail'le de anlaşamazsak tüm Türkiye'yi yerden ısıtmalı bir hale getirmelerini diliyoruz, son teknolojik kardeşlerimizden...
Kendilerinden ayrıca, hala fes takan insanlar olduğumuzu düşünmemelerini rica ediyoruz. Not: Deve de yok
Filmde, yerli tarihi propaganda filmlerinin birçok özelliğini bulabilirsiniz. Fedai bir erkek karakter (bıyıklı olmalı), onun duygusal ilişki kurabildiği cefakar kadın ve insanların aynı anda aynı tepkileri verebileceği gaza getirici hitabet. Filmdeki bütün karakterler aynı şekilde davranıyor. Yaralı bir insan görünce pamuğunu alıp pansumanına koşmaktan, yemeyip yedirmekten, giymeyip giydirmekten imtina etmiyorlar. Japon cephesindeyse dövüş ustası kılığında, halk yararına çalışan bir doktor var. Sağolsun, herkese bakıyor. Ve filmdeki her Japon, töreleri uyarınca, her yardımdan sonra eğilip geleneksel selamlarını vermeyi ihmal etmiyor. Aldık selamınızı...
-Normalde Kulak Burun Boğaz'cıyım ama 70 tane Osmanlı adamına kalp masajı yapıyorum. Kamıştan şemsiyesi olan adama bu kadar yüklenilir mi lan?!..
-Bu arkadaki dişler hep çürümüş... Dolgu yapmamız lazım (hah, iyice)...
Filmin en kötü sahnesi: Tahran'daki Japonların kurtarılması için Türkiye'nin gönderdiği uçağın iniş yaptığı havaalanındaki sahne. Türkler uçağa kendileri binmek için inat ederken, Türk büyükelçi abi öyle bir konuşma yapıyor ki bütün Türkler "Doğru ya, tabii ki Japonlar binecek, ne öyle uçak görmemiş gibi saldırıyoz hemen" şeklinde aydınlanıyor ve animelerdeki gibi gözleri parlayarak Japonlara yer veriyorlar... Dönemin başbakanı Turgut Özal da durur mu, yapıştırıyor son sözü; "Ben ne şanslı bir başbakanım ki böyle aziz vatandaşlarım var"... Valla o aziz vatandaşlar kategorisi daha süpermarket kasasındaki sırasını vermez bence ya... Neyse, film icabı herhalde.
-Aslında manzarası da bok gibi ama bu şekilde bakınca karizmatik oluyor...
Puan: 1985 - 1890 - Turgut Özal
Son Efsane (The Program) - 'Bi tur versene'den Tour De France'a
Çok zayıf olduğu için başlarda kimse bisikletçi yerine koymasa da testis kanserini atlatıp doping belasına bulaşıncası başarıdan başarıya koşan (ya da bisikletle giden) Armstrong... İki tekerleklilerin efsane ismi Lance Armstrong'un önce düşüş, sonra yükselişini izliyoruz, en son da "Allah belanızı versin, kimseye güvenmemek lazım" şeklinde bitiriyoruz. Bir spor yazarı zehir hafiyelik yapıp Tour De France başarılarından kıllandığı Armstrong'un peşinden gidiyor, biz de peşlerine takılıyoruz.
Film kitap uyarlaması ve yönetmen Stephen Frears, elindeki notlar olmadan dersi anlatamayan hocalar gibi, fazlaca kitaba bağlı kalmış diyorlar. Çıkışta bize de Armstrong'un dopingindeki maddelerini soracak diye kıllanmıyor değiliz...
-Valla senin çocuk dağ bisikleti istiyorsa Canondale'ı önerirdim ben sana... Sen çok yanlış almışsın abi...
Film basın etiğini ve az çok spor piyasasını da tartışmaya açıyor. İki ince tekerlekli bir alet sayesinde birçok şeyi tartışma şansımız oluyor. Aslında buradan yola çıkarak küresel ısınmaya falan da tartışırdık ama neyse ki onu anlatan bir belgeselimiz var bu hafta...
Puan: İki tekerlek + 7 doping + Ben + Foster
Delibal - 'Zaldır' derler bizim köyde...
İnişli çıkışlı, duygulu ve Çağatay'lı bir öykü. Filmin amacı dizi yakışıklısı Çağatay Ulusoy ile melez güzeli Leyla Lydia Tuğutlu'yu başgöz etmek. Fragman baştan sona filmi açıkladığı için filmi izlemeye fazla gerek kalmıyor... diye düşünüp izlemedim ben de. Fragmandan anladığım kadarıyla, bunlar en başta ateşli sevgililer, sevişerek evleniyorlar. Evlenince de hemen bir sevişme sahnesi gerçekleştiriyorlar ki Hürriyet röportajında manşete taşınsın. Yalnız gelir-gider akıllı bir müzisyen olan esas oğlan, evlenince bozuyor, fragmanın ortalarında it-kopuk-serseriliğe vuruyor kendisini...
Sıradaki şarkı "Çağatay Ulusoy ne yapsa giderim" diyenler için...
Sen fragmanın başındaki "Bu yaşta ne evliliği" diyen babayı dinleyecektin kızım. Sonra adam manik depresif, tutarsız serseri çıktığında üzülmeyeceksin. Fragmanın sonlarına doğru herifin burnu sen bi' sürt... bunun gibi serseriler ağzını yüzünü bi' dağıt... sonunda aklı başına gel! Dayaktan anlıyor demek ki bu tipler.
Puan:
Ve film:
Lobster - Ya çiftleş ya da Ali Baba'nın Çiftliği!
Tam Türkçesi Istakoz demek olan, distopya ve ütopya arasında gelip giden yapım, çok orijinal bir hikayeye sahip. Herkesin çiftleşmek, insani bir tabirle ilişki yaşamak zorunda olduğu; tek yaşayanların da bir otele, tatil köyün götürülüp kendisine partner bulunmasının istendiği bir öykü... Ayrıca bulamayanlar da kendisinin seçtiği bir hayvana dönüştürülüyor. Bizim başkarakter ıstakoz olmak istiyor mesela. Onun böyle kıskaçlarından tutup alt metnini kapmak lazım...
Domuz da garip tabii... Ya bir alt metni var ya da 3. Köprü inşaatından kaçmış...
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos yarısını yazıp tamamını yönetmiş. Yunanistan'ın Haneke'si olarak bahsedilen Yorgos abi, filminde kara mizaha ve politik göndermelere yer vererek başka bir tarz denemiş. Böylece 80 yaşındaki Alzheimer filmlerine varmadan kendisini kurtarmış. Colin Farrel, David ismindeki başrolde, tatil köyünde kendisine partner bulmaya çalışanlardan... Sonraları ise isimsiz karakterler arasında, ütopyadan distopyaya, distopyadan daha bi' distopyaya seke seke atlıyor...
Puan: Distopyasına 40, ütopyasına 30
Point Break - Kendiliğinden dopingli extreme sporcular
91 yapımı aynı isimli filmin yeniden çevrimi bu. O filmde sadece sörf vardı. Burada ise çeşitli extreme sporcular yine bir çete oluşturmuş ve adrenalin peşinde koşarken Robin Hood'luk yapmayı da ihmal etmiyor. Ya da Robin Hood'luk ayağına bizi yiyip çok marjinal ortamlarda gününü gün ediyor olabilirler. Filmi 3D izleyince fazlasıyla adrenalin dolup taşmak mümkün. Bazı kısımlarda çevreci mesajlar var ama şelaleden atlarken, karlarda yuvarlanırken, dalgalarla boğuşurken bunları düşünmek zor...
Puan: Extreme başına 10
Buz ve Gökyüzü (La Glace et le Ciel) - Hocam benim bir sorum var: Deodorant kullansak buzullara karşı ayıp etmiş olur muyuz?
Antartika'ya yapılan keşif gezilerinin kayıtları ve daha birçok şey... 1956 yılında bölgeye giderek Buzul Çağı'ndan kalma buzulları keşfeden ve insanlığı küresel ısınmaya karşı uyardığı halde kimsenin kaale almadığı Claude Louris'i, 23 yaşından 80'li yaşlarına kadar izliyoruz. Hayatını bilime adamış bu güzel insanı izlemek ve deodorant kullandığımız için bir kez daha utanmak istiyorsanız birebir. Filmi izleyen ABD'liler küresel ısınma için bir sorumluluk hisseder mi bilinmez ama bir sonraki felaket filminde "sözüne itibar edilmeyen biliminsanı" rolü için biçilmiş kaftan bulabilirler Louris amcayı.
Puan: Duyduğumuz saygıyı rakamlarla ifade edememek
İyi ismini hatırlıyon amcam...
Kar Korsanları - Karın keyfini yine çocuklar çıkardı
Yönetmen Faruk Hacıhafızoğlu'nun çocukluğunda yaşadığı gerçek mi gerçek bir öykü. Kendisi uyarlamış, hatta yapımcılığını bile kendisi yapmış. Bi' yandan faturalarla uğraşırken bi' yandan filmi çekmiş. Evet bu ayrı dram, film ise çok ayrı bir dram: 81 yılında Kars'ta darbeden hemen sonra yaşanıyor. Devlet, bir hobi olarak yaptığı sıkıyönetim için şehre askerlerini yığarken nedense halkına kömür götüremiyor. Serhat, Gürbüz, İbo adında 3 çocuk da, yazık, aileleri ısınsın diye sokağa atılan yanmış kömüleri toplamaya gidiyor.
Kars çocuklarının extreme spor sevinci görülmeye değerdi...
Film samimi, zaten yönetmen de samimi. Buralara kadar geldi de söyleşisini dinlemiş bulundum, ağzından "sonracıma", "öbürüsü" gibi sözcükler dökülünce birden içim ısınıverdi bu Eskişehir soğuğunda. Film ise sadece Kartal'da var, Anadolu'dan gideceklerin hızlı trenle Pendik'e gidip oradan dolmuş falan bulmaları lazım. O da apayrı bir dramlı macera...
Puan: Kars koşullarında 75
Bu haftanın filmi ne saymakla, ne yazmakla biter. Kısa kısa fragmanlarıyla:
Barcelona'da Bir Yılbaşı Gecesi yılbaşından hemen önce izlensin ve 3-4 günde yapabildiği kadar gişe yapsın amacıyla koyulmuş. Birçok karakter var anladığım kadarıyla. Hepsinin ortak noktası ise yılbaşı:
Saklı var bir de, İlhan Şeşen ve Settar Tanrıöğen abilerimizin genç aşklar peşinde koşarken döktürdüğü güzel bir filme benziyor. Beyoğlu SineMajestic tarafında oturulan vatandaşlarımızı yönlendirelim:
Tam yazıyı bitirirken Toz Bezi ve Ana Yurdu isimli yerli festival filmlerinin de birer birer vizyona girdiğini gördüm. Galiba bu bağımsız yerli yapımların, aldıkları bütçe desteğinin koşulu olarak sene içinde vizyona girmeleri gerekiyormuş. Sene sonuna yetişmiş. Neyse, artık daha fazla film vizyona girmeden bağlıyorum ben.
SONUÇ
Aslında bu hafta vizyona giren bağımsız yerliler, jürisinden, eleştirmeninden bol övgü alan yapımlar ama sinemada bulması zor. Sene başında daha çok kopyayla girerler umarım da, "bağımsız filmlerin tadını yine eleştirmenler çıkarır"... Onun dışında Ertuğrul 1890'e anca iki dakika fragmanına dayanılası bir film (çok fazla itin dötüne sokup sorumlu Japonların intihar etmesine yol açmayalım aman)... Lobster ile Buz ve Gökyüzü ise kesinlikle izlenmesi, izlenince kuşaktan kuşağa aktarılası yapımlar...
Yılbaşı portakalına sunduğumuz iyi dilekler sunarak bitirelim: Sağlıktan, barıştan, sanattan uzak olmadığımız, mümkünse çok güzel filmler izleyebileceğimiz, sahte kurtarma videolarının başrollerinden mümkün olduğunca uzak durabildiğimiz muhteşem bir sene bizimle olsun. Hatta "eh işte" düzeyinde bir yıla bile razıyız. Hadi eyvallah...
@duraladam
-BİTTİ (Seneye görüş.... Şaka şaka... O espriyi yapsam kapı dışarı ederler beni)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et