Vizyonda Bu Hafta: Resident Evil (Bir kadın dünyayı kurtarır), Gizli Sayılar (Üç kadınla uzaya çıkılır)
Bitmeyen serisiyle, Arka Sokaklar'ın zombili versiyonu olan 'Resident Evil: Son Bölüm'de yine bir kadın tek başına zombi ilaçlayarak dünyayı kurtarmaya çalışıyor. O sırada 60'lar ABD'sinde matematik dehası üç bilimci, hem siyahi hem kadın olmanın zorluğunu yaşarken yılmadan çalışıyor. Topluyorlar, çarpıyorlar, payda eşitliyorlar, mutlak değer alıyorlar derken NASA'yı hesap makinesi kullanmadan uzaya çıkarıyorlar. Bu arada şirin bir ABD kasabasında bir adam, Garip akımından şiirler yazıyor. E onları da bir kadın yazdırıyor...
Önce hesap kitap bilmeyen Yeşilçam erkeklerini izleyelim, sonra haftanın önemli üç filmini yorumlayalım:
Oğlan elementlerden, rakamlardan bahsettikçe babanın aklında 'mayış' canlanıyor...
Paterson – "Rampaların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım…"
Burun ağırlıklı karakteristik suratıyla hem popüler hem sanatsal filmlerde yer bulabilen yetenekli oyuncu Adam Driver ile İranlı kadınların hakkını savunduğu için ülkeye girişi yasaklanan, uluslararası yapımlardan İran'a pışık yapan İran güzeli Gülşifte Ferahani birbirlerine eşlik ediyor. Ve minimalist filmlerin ustası Jim Jarmusch yönetiyor. En son, varoluş sıkıntısı çekerken kan içen, kan içerken müzik yapan vampirli bir film çekmişti, böyle dediğime bakma, pek güzeldi o Sadece Aşıklar Hayatta Kalır...
#ŞiirOtobüste
Yaşadığı kasabayla aynı ismi taşıyan Paterson ve sevdiceği Laura'yı izliyoruz. Paterson, her sabah erkenden işe gidiyor, otobüs başında direksiyon sallıyor, "Şoförle konuşulmaz" uyarısından dolayı kimseyle konuşamıyor, konuşulanları dinliyor. Her akşam gittiği bar bile aynı... Bu kasaba rutinine rağmen mutlu, her boş vaktinde şiir yazıyor. Hiç öyle eve gelip de "Akşama kadar direksiyon salladım, hani çorba?" demiyor. Laura kötü yemek yapmış olsa da çaktırmıyor, şair olmak bunu gerektiriyor. Bunun tuzu az olmuş lafı hiçbir şair ruhluya yakışmaz çünkü, iyotlu tuzdan daha önemli şeyler vardır şairler için...
Her şeyden, kibrit kutusundan bile şiirler yazıyor. Çay kaşığına oynayan bir dansçı ruhu var kibrit kutusu şairi Paterson'un... İranlı sevdiceği de folk müzik yapmak istiyor, minnak pastalar yapıp ek gelir yaratıyor, odaları boyayıp duruyor. İŞKUR'un paralı kurslarına benziyor Laura'nın hobileri. Neyse ikisinin hevesleri, tutkuları ve şirin köpekleri Marvin'le yaşam geçiyor. Bir çocukları yok; hobi doğurup heves yetiştirip sanat büyütüyorlar.
- Çocuğumuz olursa adını Orhan Veli ya da Garip koyalım diyorsun... Hmm...
Filme şiir ruhu sinmiş diyorlar? Yoksa yemek kokusu mu o?..
Bir şairin ruhu taşıyor film, Orhan Veli'nin dizeleri gibi hem sıradan hem sıcak hem mizahi olabiliyor. Paterson'un yazdığı şiirler, kendi sesinden seslendirilirken yazı olarak da gösteriliyor. Aklımıza Youtube'daki amatör slaytlar geliyor, korkuyoruz: "Duygusal şarkı çalarken dandirik duygusal sözlerin yazdığı, gül / deniz kıyısı / güzel kadın görselleriyle süslenen videolardan değil di mi bu?" diyoruz. Öyle değil tabii, onu yönetmen Jarmusch bir şekilde ayarlıyor.
Kasabadaki ikizlerin çokluğu bile yaşamın rutinine gönderme yapıyor. Ama ikiz olmak kötü olmadığına göre rutin olmak da kötü değildir diyor Jarmusch... Yaa diyor, al sana şiir gibi anlam diyor, al bu metaforu paketle, götür şimdi manitaya diyor. Akıllı telefon bile kullanmayan Paterson bir not defteriyle yaşamını anlamlandırıyorsa, senin de elin biraz hobi tutsun diyor.
- Mahalledeki trafoya manzara resmi çizerek hayatımıza biraz anlam katayım diyorum...
Bize de önerir misiniz Doktor Bey?
Jim Jarmusch böyle işte... Bizim buradaki minimalist sinemacılara da biraz Jarmusch yaratıcılığı dileyelim. Yalnız şunu da söyleyelim Jarmusch'a: Sizin oralarda otobüsler kalabalık olmuyor ve adam yolcuların konuştuklarını duyup ilham alabiliyor. Peki buralarda, İstanbul’daki 500T hattına ya da metrobüse binen yolcuların sesi de şoföre ulaşır mı sence? Şoför bu koşullar altında dize düşünecek enerjiyi bulabilir mi? Ben söyleyeyim: 1) Ulaşmaz. 2) Bulamaz. O şoförün yazacağı Paterson tarzı sıradan hayat şiiri şuna benzer:
İlerleyin arkaya, fakat ilerleyecek yer mi var? / ve aynı anda iki elin uzandığı bir tutamaç daha... / boş bir koltuk en çok kimin hakkıdır kaptan? / herkes nefes verince buhar oldu camlar... / durak dışında indiremiyoruz hamfendi! / fotosentez yapabilmeli otobüs şoförleri…
Yaşıtları tekerlek peşinde havlarken film yıldızı olan şirin köpüşe de selam olsun...
Filmden bir replik: Çeviri şiir, yağmurlukla duş almaya benzer.
Puan: 80'den fazla, 85'den az (ve koskoca Jim Jarmusch'tan puan kırabilme keyfi...)
Gizli Sayılar (Hidden Figures) - Karekök alarak Oscar hesabı yapılabilir mi?
En son Benim Komşum Bir Melek filmini yöneten Theodore Melfi yönetmenlik üstleniyor. Film 1960'ların başında, Sovyetlerle sidik ve füze yarıştıran ABD'de geçiyor. Matematiği iyi olan üç siyahi kadının NASA'daki başarılarına odaklanan film, sinopsisinde yazdığına göre 'daha önce anlatılmamış gerçek hayatlardan' uyarlanıyor. Sinopsisi görüp "Ne, daha önce anlatılmamış mı? Ooo, Soğuk Savaş zamanı mı? Vaaay uzay yolculuğu mu?" diyen Akademi de filmi Oscar'ın 9 filmlik En İyi Film adaylarına yazıveriyor.
Oscar yazımızı da bu bahaneyle şuraya koyuverelim:
Yaş problemlerini çözebilsem NASA'da çalışabilir miyim ben de?
1962 yılında NASA'da hareketli saatler yaşanıyor. O zamanlar böyle 40 ışık yılı uzaklıkta dünyaya benzeyen gezegenler keşfedemiyorlar. Dünyanın yörüngesinde birkaç tur atsalar yetiyor, teknoloji ona izin veriyor. 'Teknoloji'yi NASA'nın ebeveyni gibi düşünürsek "Hadi yörüngede 2-3 tur at gel, fazla açılma" diye tembihliyor NASA'yı... Ama NASA elini çabuk tutmalı, Sovyetler Gagarin'i uzaya göndermiş bile! Bu ortamda, zeki ve çalışkan 3 siyahi kadının ayrımcılığı delerek kendilerini kanıtlamaları ve ABD'yi uzaya uçurmaları gerekiyor.
Film "Kadınların ne eksiği varmış" da dedirtiyor, "Beyazların üstünlüğü neymiş" de dedirtiyor. Beyazlıkla o kadar övünüyorsan git elde yıkamalık çamaşır deterjanı ol hödük dedirtiyor. Mevzu kısa zamanda tatlıya bağlanıyor da Gırgıriye'ye dönüşmüyor film... Yalnız, 'öteki' olan anlatılırken ABD yandaşlığı gözümüze sokuluyor. Film, siyahları şereflendireceğim derken bu sefer de 'çok beyaz' olanları, Sovyet Rusları yerin dibine sokuyor.
- Roketi uçurduk, şimdi bir de r&b grubu kurup para kazanalım...
Neresi eğlenceli, neresi ciddi?
Filmin ciddi yerleri tutarsız, eğlenceli yerleri daha iyi: İyi bir soundtrack’i var, oyuncuların enerjisi müthiş. Bunun yanına gerçek görüntülerin belgeselliği ile uzay yolculuğu hazırlığının kurgusallığı iyi dengelenmiş, böyle de 'dengesel' olmuş. Gerçeklerden uyarlanmış her film gibi, sonunda öykünün merkezindeki üç kadın olan Katherine Goble'in (Taraji P. Henson), Dorothy Vaughan'ın (Octavia Spencer), Mary Jackson'ın (Janelle Monae) yaşlanmış halleri duygusal olmuş. Vah teyzem, sen şimdi 2 ile 2’yi toplayamazsın, hayat be duygusallığı...
Filmin büyük bölümü hesaplamalarla, terimlerle geçince, tam da anlamadım aslında: Zırt teoremi, pırt formülü, fizik-eşkenar üçgen-astronomi derken bi' rap şarkı çalsa da keyfimizi bulsak dedim. Biz sinefiller işin içine x, y filan girince anlamayız, işçi problemi lazım bize: İki işçi bir işi 4 günde yapsa, NASA'daki füze ırgatlarının somut problemine odaklansak, işçinin terleyen yüzüne zoomlasak... Atıyorum yani...
Biz de filmin sonunda gerçek fotoğrafları gösterelim... Süper yaşadılar, çok mutlu oldular...
Puan: 55 (Fazlasına gerek yok, Ulu Camii'nde yazıyor o formüller)
Resident Evil: Son Bölüm (Resident Evil: The Final Chapter) - Son bölüm ama son bölüm değil de gibi...
Yönetmenliğini Yine Paul W. S. Anderson’un yaptığı filmde başkarakteri Alice rolündeki Milla Jovovich canlandırıyor. Eski bir model ve yılların oyuncusu olur kendisi, Resident Evil'in ilk filmindeki yürek hoplatıcı sahnelerden hatırlarız onu. Çok da hatırlamayalım ama, yönetmenin eşidir, serinin ortasında evlenmeye karar verdiler. Anladığımız kadarıyla evlendikten sonra filmleri de çok tınlamayıp seriye AVM'deki 'zıplamalı çocuk eğlencesi' muamelesi yaptılar.
Neyse, oyun uyarlaması serinin 6. filmi, 'son bölüm' ismiyle ama sonlanmayan öyküsüyle karşımızda:
Neydi de ne oldu?
İlk filmi gayet iyiydi. 28 Gün Sonra gibi kült bir filmden daha önce, dünyaya saldıran zombileri insanın açgözlülüğüyle beraber gerilimli ve aksiyonlu bir şekilde anlatmışlardı. Umbrella şirketinin ürettiği gizli biyolojik silahlar ve T-Virüs, insanları önce öldürüyor sonra da zombiye çeviriyordu. Araya 4 film aldılar ama sanki ilk filmin kaldığı yerden devam ediyorlar gibi: Şirketin eski güvenlik sorumlusu olan Alice, şirketin kötü ortağına ve zombilere karşı savaşıp antivirüs arıyor. Olmadı antibiyotik yazdırmak istiyor ama aile hekimi de zombi olmuş.:(
Filmin ikinci film gibi durması, seriye dair bir fikir veriyor olsa gerek... Nasıl bir seri araya 4 film almasına rağmen sanki hiç almamış gibi durabilir? Hollywood bizimle eğleniyor?
Motordan düşen dublör olur ama pozu Milla Jovovich verir.... (seksi sıyrık makyajı da pek güzel)
Neyse, film mantıksızlık, boşluk, klişe, tekrar dolu… W. S. Anderson babamızın oğlu olmadığına göre sıralayalım:
* Filmin kurgu anlayışı, kötü aksiyonlarda gördüğümüz hızlı kurgu. Çekimler, bir saniyeden bile kısa. Durmadan kamera açısı değişiyor, bir çekimde dursunlar artık istiyoruz. Zırt pırt kanal değiştiren çocuğun elinden kumanda alır gibi görüntü yönetmenine şaplak atıp kamerasını alasımız geliyor.
* Bir tek adamın dünyadaki herkesi dövdüğü, 'tek adam rejimiyle yönetilen aksiyonlar' gibi bu da tek kadın aksiyonu sayılabilir. Tek kadın Alice'in de kendine has güçleri var: Rakibi savaş tehlikesine karşı öngörüler geliştiren bir yazılıma sahip olsa bile testislerine vurup alt edebiliyor. Tek kadının alamet-i farikası...
Sol ayak ta.aklara vurmaya hazır...
* İlk filmden bu yana tek gelişme, zombi efekti... Azıcık CGI katınca korkutucu gibi olmuş. Ama bir odanın içindeki herkesi doğrayan ilk filmin lazerli sahnesini yapamamışlar. Madem ilk filmi hatırlatacaksınız, tel örgü şeklindeki lazerler niye yok? Gerçi Alice, o zaman da moleküllerine ayrılır, lazerlerin içinden yine geçerdi di mi?
* Yalnız bu tek kişilik aksiyon erkekleri ve kadınları bir ekip oluştursa ve Marvel’a dalsa çok popüler bir film çıkar (Avengers v More Avengers). Bizim takıma, bu kadınla beraber, John Wick’i, Jason Bourne’u, Tom Cruise’u ve Mad Max’i alırız. Bir de kaleci bulsak tamamdır. Sinema endüstrisi toplu kahramanlardan dönüyor artık...
Sırf şu ikisinin kapışması bile birkaç milyon ergeni getirir...
Puan: 25 (İlk filme de 75 verirdim. Böylece ikisini toplasan bir film çıkabilir.)
Diğer:
Geriye iki film kaldı: Genç bir psikoloji öğrencisiyle intihara meyilli bir erkeğin psikolojik gerilimi Cereyan ve çocuk filmi de olsa aynı filmden 10 tane yapma kuralını değiştirmeyen Karlar Kraliçesi: Ateş ve Buz animasyonu...
SONUÇ - Matematiğe mi yatkınız edebiyata mı?
Haftanın öne çıkan üç filmi böyle... Son bölüm demelerine karşın devam edecek gibi duran Resident Evil'e gitmek hiçbir şekilde önerilmez. Sonraki filmin son olacağına dair kitabın üstüne yemin ederlerse, bir sonrakine gidersiniz. Bunun yerine, edebiyat ve sinema dolu Paterson'a gidip ruhunuzu dinlendirebilirsiniz. Gizli Sayılar ise, terfi etmek için gaza gelmek, çocuğunuza matematik sevgisi aşılamak, ama credits aktığı sırada şarkıya tempo tutarken her şeyi unutmak için birebir.
Haydi görüşmek üzere...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Pazar gecesi sabahlıyoruz di mi?)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et