Predator (Rastalı uzaylı dehşet saçıyor...), Western (Ama içinde kovboy yok, üstelik de Alman...)
Haftanın filmleri çok heyecanlandırmıyor, düşündüğünde elin ayağına karışmıyor, karnına ağrılar girmiyor, demiyorsun ki "Bu filmi tarih kitapları yazacak"... Ama başını izlesen gerisini merak edersin, bazı yerlerde keyfine diyecek olmaz; biraz da öyle filmler... Şu dört film öne çıkıyor: Galaksinin rastalı serserisi Predator aksiyon ihtiyacımızı karşılarken 'Gece Gelen', dubleks ama ebeveyn banyosu olmayan bir evde izleyicisini geriyor. "Bizde germe coşma yok" diyen iki bağımsız yapım da insanın dehşetli tarafına odaklanıyor: 'Canavar' ve 'Western'.
Evet, bol canavarlı, pis insanlı, gerilimli filmler bizi bekliyor. O zaman şuraya 1987'den bir kötü Predator gülüşü bırakayım ve yazıya geçeyim:
Predator (The Predator) - Alien'ın maske takıp rasta yapmışı
Shane Black yönetiyor. Kim o dersen, ilk Predator filminde Hawkins'i oynayan gözlüklü çocuk* derim. Daha sonra birçok senaryoya imza attı, Iron Man 3, İyi Adamlar gibi filmleri yönetti. Kendisi komiklik yapmayı seven, hayata mizah penceresinden bakan, mizah penceresinden bakarken sokaktan gelip geçene laf sokan bir arkadaş. Şimdi de 'beceriksiz savaşçı ekip' formülüyle bir uzaylı komedisi çekti. Daha doğrusu bir aksiyon-gerilim serisinin 6. filmini aksiyon-komediye dönüştürdü. Tabii G.O.R.A. gibi parodi bir şey de çekmedi. Öyle mavi uzaylı filan yok. Bir tanesi Bob Marley Faruk'a benziyor, o ayrı...
* Hayvan camlı gözlüğü, ileride büyük işler yapacağını müjdeler gibi...
Uzaylıya gülünür mü? Ayıp değil mi?
Serinin ilk filmine göndermeyle açılıyor film. Bir Predator gemisi yanlışlıkla Dünya atmosferine giriyor, orada ufak çaplı bir çatışma çıkıyor, daha sonra bazı ekipmanlarını düşürüyorlar gemiden... Şimdi bu Predator dediğin şey öyle Alien gibi insanların apandisitinden filan çıkarak BÖEAAH diyen bir canlı değil, daha şövalye ruhlu, daha tarz bir avcı; zırhı, maskesi olan bir arkadaş bu... Sonra bir şekilde bu Predator ekipmanları Quinn McKenna isimli askerin "Kimseyle muhatap olmak istemeyen hassas bir ruha sahibim" der gibi duran, Asperger sendromlu oğluna geçiyor. Macera başlıyor.
Filmde, en son Deadpool 2’de gördüğüm beceriksiz savaşçı ekip komedisi mevcut... Eski askerlerden oluşan ekip, çeşitli ruhsal sorunlara sahip insanlar, bu da onlara 'öteki' bir anlam katıyor. Zaten filmde, kimseyi ötekileştirmeyelim diye çoğu unsur düşünülmüş:Asperger sendromlu çocuk da var, güçlü kadın da, siyahi karakterler de. Hatta "Bu Predator’ın da iyisi var kötüsü var. Her ne kadar insanların boğazlarını deşse, karınlarını yarsa bile ön yargıyla yaklaşmamalıyız" mesajı bile var.
Biraz öfke kontrol sorunu var sadece...
Uzaylı da olsa insan insan mıdır?
"Dünya'ya bir uzaylı ırkı saldırır" tarzı bir öyküyü Independence Day filmlerinden biliyoruz. Orada bölükler hâlinde saldırıyorlardı, burada ise 1-2 tane Cankan kostümü giymiş yırtıcı uzaylı görüyoruz. Zaten uzaylılara karşı savaşanlar da çok değil: Bir erkek bir kadın yetenekli savaşçımız öne çıkıyor (kadın savaşçı da aslında fen öğretmeni, nereden biliyor silah tutmayı diye sorma, çaktırma), ekibin kalanı ise goygoy yapıp düşmanın dikkatini dağıtıyor. Bu arada bazen kimin kime karşı niye savaştığı karışıyor. Bu kadar basit bir öyküyü karıştırmak yetenek ister, yönetmen başarıyor.
Heh, bu Predator, Alien olayları zaten biraz karışık. "Alien’ı Predatorlar yaratmış" diyorlar mesela. Geçen bunların kapıştığı iki film çıktı biliyorsun, insanın "Durun siz kardeşsiniz" "Koca galakside neyi paylaşamıyorsunuz?" deyip Mahsun Kırmızıgül'den Dağlar oy oy kardeş oy oy söyleyesi geliyordu.
- Lüks özel hastaneye yatırdı galiba bunlar beni... Çok geçirmeseler bari...
Filmin entrikası bir yere kadar iyi gidiyor. Yarı deli karakterler güldürüyor ve çatışmalar fena durmuyor. Yine de aksiyon 'eh işte' derecesinde kalıyor. Özendikleri 1987 yapımı ilk film gibi olmamış. Arnold Schwarzenegger'in Orta Amerika ormanlarında komando olduğu o yapımda daha sert hareketler görmüştük hani. Arada minnak bir aşk öyküsü vardı ama genelde hep vurdu kırdıydı, sanki birtakım adamlar "Bize düz aksiyon ver, bana erkekliğimi hissettir, testosteronumu coştur" demiş de, sipariş üzerine yapılmış gibiydi. Bu film ataerkillik karşıtı güçlü bir mesaj veremediği gibi bir 'TV karşısındaki kumandalı baba aksiyonu' da olamıyor. Fakat akıcı, bir sonraki filme pas verip tadında bitiriyor.
gif'i birkaç kere izleyince testosteron seviyeniz iki katına çıkıyor.
Puan: Yırtıcı ve avcı bir 65
Gece Gelen (It Comes at Night) - Gece çalan zile, apartman otomatiğinden bağırarak 'Kim ooo' diye sorarcasına
Gençten bir arkadaş bu, ufff, allahın 88'lisi Trey Edward Shults diye biri yönetiyor. Hatta bu yaşta ikinci filmini yönetmiş piç... Evet, benimle yaşıt diye biraz hasetlik yapıyor olabilirim. Çünkü ben daha bir şey yönetemedim. Verseler yönetirim. Kamera hakimiyetim iyidir. Otomatik olur vitesli olur, hepsini kullanırım verseler...
Gece gece kim bu ya?
Film bir felaket öyküsü ile tek mekan gerilimini birleştiriyor. Film için iyi ev kiralamışlar, odaları iç açıcı, karanlık odası bulunmuyor, ebeveyn banyosu yok hatta tuvalet dışarıda ama doğayla iç içe bir yer olduğu için kabul edilebilir (evet bu ara anamlara ev bakıyorum, algıda seçiciliğime alet ettim sizi, pardon). Büyük felaketi görmüyor, az sayıdaki karakterimizin anlattığı kadarıyla biliyoruz. Kısacası düşük bütçeli bir korku izliyoruz. Nedenini bilmediğimiz ölümcül bir hastalık dünyayı kasıp kavurduğu için ormanın içinde kendilerini yalıtarak yaşayan bir ailenin yaşamına konuk oluyoruz: Paul, Sarah ve 17 yaşındaki evlatları Travis.
Bunlar kendi hâlinde yaşarken başka bir aile daha evlerine konuk olacak ve birbirlerini tanımaya, birbirlerine güven duymaya çalışacaklar. Yapabilecekler mi ki?.. Düşününce, asıl hastalık kimseye güven duymayan çekirdek aile yapısındadır belki de... Anaaa! Bak konuştukça neler çıkıyor bak...
Evet, adamımızın pek misafirperver göründüğü söylenemez...
Şarbon paniği?
Travis çocuğum elinde fenerle koridorda gezerken klişe bir korku izleyeceğini sanıyorsun, “Bu yaşlı adam* hep böyle karşısına çıkacak da böö mü yapacak, bu mu yani” diyorsun ama, diğer ailenin gelmesiyle olay örgüsü, farklı gerilimlere yelken açıyor. Filmin güzel yanı çok. En başta, ışığıyla, kadrajlarıyla sağlam bir mizansen kuruluyor. 17'lik ergenin kabuslarına, çeşitli heveslerine görsel bir şekilde tanık oluyor, "17'lik bir ergen her türlü gerilime yol açabilir" diye geriliyoruz.
Bir şekilde "İnsanın en büyük düşmanı yine kendisidir" mesajı yediriliyor ve izlerken de keyif alıyoruz. Loş ışık görünümü hoş bir seyirlik sağlarken yerinde ve hafif kamera hareketleri direksiyonu yılan gibi kullanan bir görüntü yönetmeni etkisi yaratıyor. Ben de telefon kamerasını böyle kullanıyorum mesela. Geçen arkadaşla piknikte 'taşra filmi çeken Nuri Bilge Ceylancılık' oynarken ne kamera hareketleri yaptık, görsen...
* Filmde bir kere BÖEAAH deyip kaybolan dayının performansına ne demeli peki?
Puan: 75 (Ben yönetsem 80'di en az)
Canavar (Beast) - Sen yine de yüzüne karşı öyle canavar deme
Michael Pearce ilk uzun metrajını yönetiyor ve senaryoyu da kendi yazıyor. Öyküdeki seri katil ise 60'lar-70'ler civarı Jersey'de millete musallat olan gerçek bir psikopattan esinleniyor. Prömiyerini 2017'de Toronto'da yapmış, belli ki oradan yüzerek gelmiş ki buraya gelmesi tam bir yıl sürmüş.
27 yaşındaki Moll'un içe kapanık ve mutsuz dünyasının içindeyiz. Ailesi ile küçük bir adada yaşar ve aile baskısından, toplum baskısından bunalmış vaziyettedir. Bu sırada Pascal diye serseri yakışıklısı bir adamla tanışır, elitist ailesi "Ama bu tamirci kızım, ı-ııh olmaz" diye çocuğu uzaklaştırmak ister. Britanyalı da olsan tamirci sevilmez. Moll ise adama kaçar. Britanyalı da olsan bazen adama kaçarsın. O sırada bir seri katil adada terör estirir, duygularımız gerilim ve aşk arasında gidip gelir.
Sonrasında çok tırmanamasa da, en baştan gerilim duygusu yaratılıyor filmde. Bu gerilim, insanın deli dehşet, vahşi yanlarına dayanıyor. (Tabii bazen filmdeki yaşlı kadınlar cadı gibi, sebepsiz kötü gibi gösteriliyor, oralar çiğ duruyor.) Jessie Buckley'in çok iyi canlandırdığı Moll, aslında kendisine iyi davranan ilk erkeğe âşık olarak büyük bir drama dikkat çekiyor. Bir Beauty and Beast (Güzel ve Çirkin) öyküsü gibi; ikisi de beauty olmalarının yanı sıra birer beast; yani CAVAVAR...
Britanyalı da olsan bazen böyle Yeşilçam filmi gibi bakarsın...
Yukarıdaki kızın kıyafetine bakınca akla Beauty and Beast kombini geliyor zaten. Aşağıya bıraktım orijinalleri, bakarsınız, kız aynı Beauty... Demek ki adam tam bi Beast oğlu Beast... Aslında film, güzel ve canavar arasındaki sınırları kaldırıyor, bu tür bir ilişkiyi masalsılıktan kurtarıyor ve insan psikolojisini gerçekçi bir şekilde irdeliyor. Bak böyle deyince çok artistik oldu. "İrdeliyor" demeyeli baya olmuştu, bi deşarj oldum şimdi, iyi geldi.
Puan: "BFI'nın yapmcı olduğu bir İngiliz bağımsız filminden bahsediyoruz abi, kafadan 70" anlamında 70
Western - Adı Western ama kovboy yok, üstelik de Alman...
Alman sinemacı Valeska Grisebach ablamızın üçüncü filmi. Film, son İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale'yi alıp götürmesinin yanı süre birkaç festivalde eleştirmenler tarafından ödüllendirildi, 2017 Cannes'da da gösterildi. Yönetmen CV'sini baya doldurmuş oldu yani. Bundan önceki filmini 11 yıl önce çeken Grisebach'ı 10 sene daha götürür sanki.
Spaghetti Western gibi mi, nasıl western?
Bulgaristan'da çalışan Alman işçiler... Oraya HES yapmaya gitmişler. Almanlıklarından çok memnunlar, şantiyeye hemen Alman bayrağı asmayı ihmal etmiyorlar. Orada Bulgar köylüleriyle etkileşime giriyorlar, aralarında bir kültür medeniyet çatışması oluyor. Kendimize çokça benzettiğimiz Bulgarlar onlara yer yer "DIŞ GÜÇ BUNLAAR" muamelesi yapsa da Meinhard isimli yaşlı ve naif bir işçi Bulgarlarla ilişki kurmayı başarıyor.
Tabii bizim Batı diye bildiğimiz Bulgaristan bu Almanlar'a göre Doğu'da kalıyor, küçümseyici tavırlar sergileyip duruyorlar. Özellikle de patronları olacak o küpeli şebelek! Bunun yanı sıra çoğu erkekten oluşan karakterlerin erkeklik hezeyanlarını görüyoruz. Sonra at görüyoruz. At görünce aha diyoruz western şimdi başlıyor işte, "Hadi oğlum biraz da dışın dışınn yapın, düello edin" diye at yarışı izler gibi heyecanlanıyoruz.
Western türünün çoğu filminde olduğu gibi "Biz burada yabancıları sevmeyiz" temasından oluşan filmde, Bulgarca-Almanca arasındaki kopukluk, iletişimsizlik vurgulanıyor; bir yerden sonra da Bulgarca anlamayan Alman'dan, Almanca anlamayan Bulgar'dan gına geliyor. Keşke iletişimsizlikten doğan mizah sivriltilse, yine buna benzer bir öyküsü olan Toni Erdmann tadı yakalansaymış. Nokta.
- Şşt, dış güç, bak bakayım bi..
Diğer:
Baba 1.5: Deniz Denizciler'in yönettiği mafyalı bu yerli komedi 'ilk defa ailelerin izleyebileceği, küfürsüz, çatışmasız bir aile komedisi' vaadinde bulunuyor. Fragmandaki 'rakı önündeki buzlu cam' esprisi fena değildi, belki filmde de başka espriler vardır. İsteyen bi baksın.
İçimdeki Hazine: Sema'nın babasının ölümünün ardından bilmediği gerçeklerle yüzleşmesi, bu sırada eski haritalarla filan gizem yaratılmaya çalışılması... Ön yargılı bir şerefsiz gibi konuşmak istemem ama bu tarz gizemli bir filmi Amerikanlar çevirince oluyor da bizimkilere yakışmıyor sanki?!
Küçük Bir Rica: Bak bunda da gizemli bir olay var ama bunlara yakışmışıyor gibi... Sevdiğim kadınlar Anna Kendrick, Blake Lively filan oynuyor diye mi acaba? Filmde Blake Lively kuşkulu bir şekilde ortadan kayboluyormuş. Ama ne güzel de ortadan kayboluyor değil mi ya?
Mile 22: Peter Berg'in yönettiği, Mark Wahlberg'in oynadığı Amerikancı bir aksiyon... Yalnız geçen Wahlberg'in paylaştığı şeyi gördünüz mü ya? Akşam 7 buçukta yatıyormuş da gecenin 2 buçuğunda kalkıp spora başlıyormuş, tüm gün antrenman yapıyormuş deli! Bu filmde de bu deli erken yatıyor diye hep gündüz sahneleri var galiba.
Kafa iyice gitmiş artık, yazık...
Organik Aşk: Kamil Çetin'in yönettiği filmde şive var, mafya var, dalga geçilen eşcinsel var, aboouv diyen köylü var, romantik olduğu düşünülen aşk var, var da var. Meraklısı da varsa gidebilir.
Sosyopat: Özen Film'in dağıtımcılığını yaptığı, Kevin Forrest yönetmenliğindeki filmin fragmanından hiçbir şey anlaşılmıyor. Bence filmden de anlaşılmıyordur.
Misafir: Daha çok dizilerden ve ara ara film çekmesinden bildiğimiz Andaç Haznedaroğlu yönetmenliğindeki film, Suriye'den Avrupa'ya göç etmeye çalışan Lena'yı konu ediniyormuş. Dediklerine göre izleyiciyi yapış yapış ağlatma amacı olmayan, kuru ve temiz bir işmiş.
SONUÇ - Cidden öyle çok seçenek mi var, bizi mi yiyorsun?
Şezlongda-balkonda kitap okuma mevsiminden evde-sinemada film izleme mevsimine geçtiğimiz bu günlerde neyse ki dişimize göre bir şeyler bulabildik. Bilimkurgu-aksiyon, felaket-gerilim, sanatsal film sevenler sırasıyla Predator, Gece Gelen, Canavar ve Western'e gidebilir. Bunun yanında Küçük Bir Rica ve Misafir de izlenesi duruyor, keşfedilesi duruyor, önerilebilir. Ben de hatta şimdi Küçük Bir Rica'yı denemeye gidiyorum, çıkışta sorularınızı alabilirim. Şimdilik hepinizi öperim...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Adana Film Festivali geliyor yalnız, uzun yolculuk hazırlığı yapmak gerek)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et