Osmanlı Subayı (Evlad-ı Osmanlı'yla İngilizce öğreniyorum), Genç Karl Marx (Siyasi olaylara karışan gencin ibretlik öyküsü)
Haftanın filmlerini Doğa İçin Çal videosu gibi düşünelim: Osmanlı Subayı ve ABD'li hemşire, ABD'den Van'a uzanan yolculuklarında dağ tepe gezerken "Hayde gidelum hayde / Dağa karayemişa" diye şarkıyı başlatıyor. Sonra Paris'te, mikrofon başında Genç Karl Marx'ı görüyoruz, elinde kızıl flamayla "Kizıl ağaç fidani / Tepeden budanur mi" diyor. O sırada Manchester'daki fabrikasında olan Engels de işçilerle beraber "Girsun yerun dibina" diye burjuvaziye sövüyor. Derken Aşkın Çekimi filmindeki iki âşık, II. Dünya Savaşı Avrupa'sından sesleniyor: "Sevdaluk eyu şeydur" (En şiveli yer onlara kalmış yalnız).
O zaman şu videoyu izleyip havaya girelim, sonra yazıya geçelim:
Av Mevsimi'nin unutulmaz 'Hayde Gidelum' sahnesini de unutmayalım
Osmanlı Subayı (The Ottoman Lieutenant) - Osmanlı askerinden 'Advanced English' şovu...
ABD'de bu yıl vizyona giren Promise filmindeki Ermeni Soykırımına yönelik argümanlara karşı Türklerin bir cevabı olan, "Ne soykırımı ya, haberimiz yok, belki Ruslar şeyapmıştır, bi onlara sorun" konulu bir Hollywood-Türkiye ortak yapımı... Dört yapımcıdan üçünün Türkiye'den olduğu filmin yönetmenliğini Joseph Ruben’e vermişler. Game of Thrones'tan, Ölümsüz Aşk filminden tanıdığımız Michiel Huisman’ı ve yılların oyuncusu Ben Kingsley'i filme koyunca, bizim ustalar Haluk Bilginer ile Selçuk Yöntem'e de birer ikişer replik verip fragmana ekleyince çok iyi bir iş olacağını düşünmüşler.
1.00'da, filmde göremeyeceğiniz bir sürpriz sizi bekliyor...
Oha, turist mi gelmiş ülkeye?
1914-15 yılları! Lillie ismindeki ABD'li bir hemşire, fazla iyi kalpliliğinden yerinde duramaz, birilerine yardım etmek için yanıp tutuşur. Sonra Van’da bulunan bir özel Amerikan hastanesine, kamyonetle malzeme götürmek için yola çıkar. İstanbul’a geldiğinde, kendisinden iyi olmasın, Osmanlı'ya bağlı bir yüzbaşı olan, kirli sakallı-temiz kalpli İsmail Veli ile tanışır. İsmail'in üst rütbeleri de kızı öğrenir, "Bu sıcak gündemde memlekete turist mi gelmiş! Haydi Lillie lillie lillie yar" diye sevinir, Van'a kadar eskortluk yapsın diye İsmail Veli'yi yanına verir.
Bu karizmatik yüzbaşıdan bir de, Doğu'daki Ermeni isyancılara dair bilgi toplayıp casusluk yapması istenir. Hepsi üst üste gelince, adamda bir kimlik karmaşası başlar: Kendisi yüzbaşıdır, ama filmin orjinalinde ismini çevirenler 'subay' yazmıştır, komutanları casusluk yapmasını ister ama niyeyse üniforma giyer, üstüne bir de turist bir kızın eskortu olmuştur. Rütbeler-görevler birbirine girer, lisede milli güvenlik dersini kaynattıkları için pişman olur.
- 4 madalyalı paşaya ne deniyordu? Sağındaki zincir bi anlama geliyor mu yoksa artizlik olsun diye mi takmış?
Savaşırken sevişen, sevişirken sansürlenen...
Film, politik açıdan ısmarlama bir iş olduğunu çok belli ediyor. Tüm öyküye sinen "Ermeni meselesinde suçumuz yok ki, onlar kendi kendilerini dövdüler, şuncacık çocuğa biz napabiliriz ablası" mesajı, filmi tek boyutlu bırakıyor. Savaş kısmı -hiç de büyük bütçeli yapımmış gibi durmayan- 1-2 isyancı ve asker arasındaki çatışmalarla gösteriliyor. Aşk kısmı da eksik; duygu seyirciye geçirilemiyor, yakınlaşmaları hissettirilemiyor.
Hoş tam aşklarını taçlandıracak oluyorlar ki devreye sansür giriyor! Fragmanın tam 1. dakikasında gördüğümüz öpüşme sahnesi filmde yok, Türk yapımcılar makaslamış! Filmde Lillie ve İsmail öpüşüp koklaşacakken kesiliyor, amatörce görüntü karartılıyor, müzikle beraber koşan atlar devreye giriyor, neler neler... Öpüşme göstermemek için bu kadar saçmalamak, yapımcıların çocukluğunu merak ettiriyor. Ebeveynleri yemekte Fransız öpücüğüyle ön sevişme yapıyordu da cinsellikten mi soğuttu bunları, babaları öpücükle mi dövdü, noldu?!
Bu İngilizce konuşan Osmanlı subayları, benim başörtülü bacımı öpmeye kalktılar!
Devam eden itirazlar:
* Sonuçta yönetmeniyle-senaristiyle bir Amerikan filmi izliyoruz ve biz Amerikan filmlerinde 'gavat bir baba' moderatörlüğündeki rahat ailelere alışığız. Hani kız eve sevgilisini tanıştırmak getirir de, kızın eski sevgilisinin dilli öpücüklerini muhabbet konusu yapıp gülüşürler ya... Bu filmde de o rahatlığı görmek isterdik.
* Filmi altyazılı izliyorsanız, 1-2 replik dışında tamamen İngilizce konuşulması sıkacak bir süre sonra. Çok anlam veremeyip "Bu, Osmanlı'nın Advanced İngilizce Taburu galiba" diyeceksiniz. Diğer yandan, sokaktan geçen genç Ahmet’in bile İngilizce konuşması göğsünüzü kabartacak. Yalnız, Michiel Huisman'ın oynadığı İsmail tam 3 yerde Türkçe konuşurken 'Turist Türkçesi'ne hasret kaldığınız gelecek aklınıza. O “Toz ol burdan cocuk” derken, dilini döndüremeye döndüremeye 'merhaba', 'buse' derken İngiliz turist bulan Bodrum esnafı gibi coşacaksınız.
* Haluk Bilginer sadece 3 kere gözüküyor! Ama bir sahnede Amerikan doktora şu lafı sokması, kendisini Evlad-ı Osmanlı olarak tanımlayanları coştürmaya yetiyor: “Tıpkı Roma ve Antik Yunan uygarlıkları gibi bir gün hepiniz yok olup gideceksiniz ama biz yine burada olacağız” (Karizmatik bir ses tonu ve akıcı İngilizceyle söylediği bu cümle, bunlara 6 ay yetecek bir gaz enerjisi üretiyor)...
- Talk dirty to me!
Puan: Bir tane atlı kovalamaca sahnesinde baya heyecanlandım ben, onun hatrına; 15
Aşkın Çekimi (Their Finest) - Bunlar da film setinde sevişmeye çalışanlar...
Lone Scherfig yönetiyor, Gemma Arterton ve Sam Claflin başrolleri paylaşıyor bu İngiltere-İsveç ortak yapımı filmde... Bir senaryo ekibinde bulunan erkek ve kadının birbirine mesafeli bir şekilde işvelenmesi, II. Dünya Savaşı fonunda anlatılıyor. 'Film içinde film', 'savaş içinde aşk' gibi unsurlar dikkat çekiyor, "Biz de Türkiye gibi yerde aşk yaşamaya çalışıyoruz" diyen çiftlere geliyor:
Fragmanın arkasına Özdemir Erdoğan'dan 'Baharda Kuşlar Gibi' koyarak izleyin, daha romantik oluyor
Nasıl film?
II. Dünya Savaşı sürerken İngiltere'nin çektiği savaş propagandası filmlerinde, Catrin Cole'un bir kadın olarak senaryo ekibinde görev aldığını görüyoruz. Kadınlar ancak, eli silah tutan erkekler savaşa gittiğinde toplumda yer bulabiliyor. Senaryo ekibinde Tom Buckley diye bir adam da var, nasıl olduysa savaşa gitmekten yırtmış, "Ayy ben balon patladığında bile korkarım" demiş, "Tamam sen milleti askerlik için gaza getir" diye izin verilmiş. Anlıyoruz ki bu ikisi yakınlaşacak...
Filmin kadından yana, eşitlikten yana tavrı güzel... Fakat feminist de sayılmaz! O zamanlar feminizm daha yolun çok başında olduğu için "Kadın kadındır, çiçek babandır!" diye slogan atılamıyor ama yine de erkeklerin küçümseyici tavırları görülüyor. Avrupailiklerini bozmamak için “Elinin hamuruyla ne işin var" diyemiyorlarsa da tüm beyfendilikleriye ayrımcılıklarını yapıyorlar...
- "Yaz kızım" diye espri yapacağım ama içindeki feminist ağzıma sıcar diye korkuyorum...
Film içindeki film nasıl? Olmadı onu izleriz?
Dunkirk çıkarması ile ilgili bir kahramanlık filmi çekilirken, film çekmenin zorluklarını görüyoruz. Böylece film, Fellini'nin 8 ½ şaheseri gibi, unutulmaz müzikal Singin’ in the Rain gibi, 2000’lerin efsanesi The Fall gibi sinemanın arka planına da eğiliyor, yapımcı-seyirci-yönetmen üçgenini bi’ güzel gösteriyor. Sinemaya dair düşünme şansımız oluyor, kısa filmimizde Şener Şen'i oynatmak için n'apabileceğimizi tasarlıyoruz (Önce Yavuz Turgul'u kafalarsak olabilir)...
- "Fazladan iki Nazi koyak da Oscar şansımız artsın" dedi ya... Allahım, hem zeki hem güzel!
Filmin başka bir artısı da, savaşın yıkıcılığını ve sıradanlığını aynı anda göstermesi... Her akşam bombalama olmasına rağmen insanların kaygısız bir şekilde yaşaması, akşamki bombalamayı normal karşılayıp sanki poyraz çıkacakmış gibi "Üzerime kalın bir şey alayım" diye düşünmeleri çarpıcı... Yahu siz manyak mısınız, artık o kadar da değil, oldu olacak sığınaklara girdiğinizde hep bir ağızdan "Şehirlere bombalar yağardı her gece / Biz seninle şevişirdik" söyleyin, tam olsun!
- Hih!.. Arka mahalleye bomba düştü galiba... Neyse, elektrik kesilmezse sikinti yok...
Puan: Aşk, savaş ve zorlu yapım koşulları 70'i
Genç Karl Marx (Le jeune Karl Marx) - Marx'ın mahalle berberinde sakalını düzelttirdiği zamanlar...
Bir kitapta da yazdığı gibi, "Komünizm, insanların mülkiyet yerine yalnızca ve yalnızca arkadaş edinebildikleri düzendir" (Tanıl Bora ağabeyin bir yazısından arakladım)... Bilindiği gibi Karl Marx'ın da en yakın arkadaşı -her ne kadar Atatürk'ün İsmet'i gibi biraz gölgede kalsa da- onun arkasını toplayan, "Burjuvazi senin tasağını yesin" diye bol bol yazmaya teşvik eden Engels'tir. İşte bu görmüş olduğunuz film de Marx 26, Engels 24 yaşındayken başlayan dostluğunu ele alıyor.
Filmi, I am not Your Negro belgeseli Oscar'a aday gösterilen, deneyimli belgesel yönetmeni Raoul Peck yönetiyor. Senaryoda 3 kişinin imzası var ama en çok eski komünistlerden Pascal Bonitzer yazıyor. August Diehl, Karl Marx’ı, Stefan Konarske Engels’i oynuyor. Fragman, işçi sınıfının patlayan yumruğu gibi şuraya geliyor:
Koministler kafasına mı girmiş çocuğun?
Karl Marx… Gazeteci, felsefeci, tarihçi, ekonomist, devrimci... Yaşamını kapitalizmi analiz etmeye adadı da yaşarken sadece 1000 adet basılan Kapital'in Best Seller'a girdiğini göremedi. Film ise, Engels'le beraber Komünist Manifesto'yu yazmadan, Prusya'nın baskısıyla bir gazeteci olarak Paris'e sürülmesiyle başlıyor. O sırada, babası pamuk fabrikası sahibi olan zengin bebesi Engels de işçilerin sorunlarıyla ilgili bir makale kaleme alıyor ve iki aydının yolları tesadüfen kesişiyor.
Engels’le dostluğunu ilerletmesini, aileden zengin eşi Jenny ile evliliğini, anarşist düşünürler Bakunin'le, Proudhon'la atışmalarını izliyoruz. Sefaletine ve üzerindeki baskılara rağmen hem bedenen hem kafa olarak çok enerjik bir insan olduğuna tanık oluyoruz. Sürekli şehir şehir gezmek zorunda kalan Marx'ın peşinde giden kamera da bu enerjiden faydalanıyor, o da bilinçleniyor; "Bu filmin üretim aracı benim, artı değeri ben üretiyorum. Peki elime ne geçiyor? HİÇÇ" diyor...
"Herifin yanında silik kalıyorum, uzun bir şey takıp fark edileyim bari" şapkasıyla Engels, sağda
Ne çıkarımız oluyor bu filmden?
Marx'ın henüz dillendirmediği 'meta fetişizmi' gibi kavramları işitmesek de 1844-1848 arasındaki Avrupa'nın politik durumu hakkında fikir ediniyor, "Bu devran nasıl dönecek" tartımalarıyla kafa açıyoruz. Dönemin önemli işçi örgütlenmesi Adalet Birliği’nin ('League of the Just'... Justice League değil miydi o? DC sen misin?) isminin Marx ve Engels'in ısrarlarıyla nasıl Komünist Birlik yapıldığını görüyor, “Dünyanın tüm işçileri, birleşin” sloganının ortaya çıkışını izliyoruz.
Kapital'i anca manga uyarlamasından okuyabilenler için yetiyor da artıyor bile... Filmden azılı bir komünist olarak çıkmasak da en azından CHP'de bir şeylerin ters gittiğini anlayabiliyoruz. Ayrıca, filmin finalinde Bob Dylan şarkısı eşliğinde, 100 yıllık bir mücadele geçmişini klip şeklinde görünce 'tarihin sınıf mücadelesi olduğunu' benimsiyoruz. Böyle her şeyi Youtube videosu gibi gösterseler, Foucault'yu bile çözeriz evelallah...
Hepiniz açsınız diyorum, tantuni söyleyelim mi diyolar. Tam bi lümpen proletarya...
Bitirirken laf sof sokma: Filmin açılış sekansında devletin orman köylülerine şiddetini, Engels'in fabrikasını gördüğümüz sahnelerde işçilerin zorlu çalışma koşullarını görüyoruz. Fakat, ne yalan söyleyeyim, modern zaman köleliğine dair daha çarpıcı görsel-işitsel şeyler görmek isterdik. Kapitalizmi eleştirirken hâlâ Charlie Chaplin’in Modern Times filmindeki dişli sahnesine atıf yapıyoruz, şu açığı kapatsalarmış keşke... Setteki işçileri azıcık daha çalıştırarak 1-2 çark-dişli dekoru yaptıracaklardı, nedir yani, o kadarcık çalışıversinler!
Kapitalizmi eleştiren makalelerin 80 yıldır değişmeyen görseli... Tamam şirin adam da yani...
Puan: Proleter 70'i...
Diğer:
Kadir Çöpdemir'in başrolünde olduğu pis erkek goygoyu ("verir mi vermez mi") komedisi Bahtiyar Bahtıkara; sinemada daha önce 3 milyon kez anlatılan, birbirine çok benzeyen iki adamın yer değiştirme komedisi Her Şey Mümkün; "Biz Türkler özgün iş üretmeyi sevmemek, biz parodi sevmek" anlayışıyla çekilen Hızlı ve Tüplü; "Kafayı değiştirmeden ABD'ye gitsen nolcak" dedirten, New York'ta geçen romantik komedi New York Masalı haftanın "Umarım yabancılar böyle filmler çektiğimizi bilmiyordur" dediğimiz yerli filmleri...
Her animasyon gibi dostluk ve cesaret konulu bir Çin animasyonu olan Kahramanlar Takımı ile reytingleri düşen bir televizyon kanalının neler yapabileceğini gördüğümüz Avustralya yapımı korku filmi Kanlı Oyun haftanın elde kalan yabancı seçenekleri...
SONUÇ - 'Barış için film izle'
Bu haftanın önemli filmlerini özetlersek; savaşın, burjuvazinin ne kadar korkunç olduğunu ama aşkın ve arkadaşlığın ne kadar da tatlı olduğunu görebilirsiniz. Osmanlı Subayı, öpüşme sansürünü de hesaba katınca tam bir TV filmi gibi duruyor, izlemek için TV'ye düşmesini bekleyebilirsiniz. Genç Karl Marx ile Aşkın Çekimi filmleri ise, politik altyapısı sağlam, sanat yönetmenliği zevki de alabileceğiniz güzel yapımlar; ilkine arkadaş çevrenizi, ikincisine sevgilinizi alıp çekinmeden gidebilirsiniz.
Bunun dışında korku tutkunları Kanlı Oyun'a bi bakıversin, her hafta her hafta çocuğunu bir animasyona götürüp şımartmaktan gocunmayanlar da Kahramanlar Takımı'nı deneyiversin... Ben de biraz insan içine çıkayım artık, haydi görüşmek üzere...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Haftaya korsan goygoyu özleyenler olarak yeni Karayip Korsanları'nı konuşacağız)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et