Dunkirk (Yeri geldiğinde iyi kaçabilmek de bir destandır...)
Christopher Nolan ustanın II. Dünya Savaşı filmi Dunkirk, felaketiyle geldi: Çekimleri bile fırtınalı havalara denk gelen filmin basın gösteriminin olduğu gün İstanbul’u sel götürdü, üstü başı çamur içindeki eleştirmenler bütün koltukları kirletti ve boyu 1.60'ın üzerinde olanlar eleştirebildi filmi... Vizyonun diğer filmleri de böyle felaket dolu: 'Isırık müptelası Koreli' filmi Zombi Ekspresi, 'piskopat din adamı' filmi Brimstone, 3 tane de cinli-hayaletli film... Salonda imdat çığlıklarının yankılanacağı bu hafta, vatandaşların paniğe kapılmaması önemle rica olunur.
'Dunkirk' demişken Kefaret (Atonement) filminin destansı Dunkirk sahnesini izleyelim, "Analar ne yönetmenler doğuruyor be" diyelim, sonra yazıya geçelim:
Bunun gibi tek plan çekilen True Detective'in meşhur aksiyon sahnesini de unutmadan...
Dunkirk – Yeri geldiğinde iyi kaçabilmek de bir destandır...
Christopher Nolan şimdiye kadar neler çekmedi ki: Psikolojik gerilim (Memento), fantastik (Prestige), polisiye (Insomnia), süper kahraman (Batman serisi), aksiyon (Inception), bilimkurgu (Interstellar)... İzleyicisine de çok çektirdi yalnız: Filmlerinde bellek, rüya, pis insan ruhu anlattıkça beyin yaktı. Hâlâ Inception’daki dönen fırıldağı, Interstellar’daki vitrinden kitap ittiren abiyi konuşup olayı anlamaya çalışanlar var.
Derken, her türde başyapıt filmler çeken Kubrick ustasına özenip her türde film üreten Nolan'ın, "II. Dünya Savaşı filmi de çekebilir misin" diyen Warner Bros'a "Her türlü! Havada karada..." cevabını vermesiyle havada, karada ve denizde geçen bu filmin de yapım süreci başladı.
Dankörk geçilmez mi?
Kefaret filminde biraz öğrenmiş, geçen vizyona giren Aşkın Çekimi filminde tekrar etmiştik konuyu... Bu filmle iyice üzerinden geçiyoruz, sanki KPSS genel kültür sınavında karşımıza çıkacakmış gibi: 1940'ta gerçekleşen Dinamo Operasyonu bu... Britanya kuvvetlerinin çoğunlukta olduğu 400 bin asker, geri çekilirken Fransa'daki Dunkirk kıyılarına sıkışıyor. Sonra küçük tekneleriyle "Hem açıklarda palamut tutarız" diyen vatandaşlar gelip Almanların elinden kurtarıyor askerlerini..
Belki yüzerek de karşıya geçerler ama, "Abiler burası Karadeniz gibi, akıntı çekiyor insanı" diyen cankurtaranlar, askerlerin açılmasına engel oluyor. Film de işte bu sıkıntılı sürecin havada geçen 1 saat, denizde geçen 1 gün ve karada geçen 1 haftalık kısmına odaklanıyor.
- Aslında şuraya iki tane fazladan tuvalet koysalar böyle sıra olmayacak ama, gel de anlat...
Önce biraz övelim:
Havada Alman avlamaya çalışan İngiliz Spitfire uçakları, karada yardım bekleyen ordu ve bombalar gelince gemiden suya 'bombalama' atlayan asker görüntüleri iyi kurgulanıyor. Ama filmin en büyük artısı ses ve müzik... Müzikleri hazırlayan Hans Zimmer, acayip bir şey yapmış; gemi motoru sesini, saat tiktaklarını koymuş müziğin içine... Filmdeki bütün gerilimi de bu ses tasarımı sağlıyor: Hani erken uyanırsın da çok az zaman sonra çalar saatin çalacağını bilirsin ya, aynı o gerilimden...
Nolan masraftan kaçmıyor, gerçek gemiler, uçaklar kullanarak savaş ortamına sokuyor izleyiciyi. Savaş ortamından rahatsız ol istiyor, azıcık rahatlamak isteyecek olsan "Askerde seni çok döverler" diyor, "Savaş filmi deyince aklına çatışma sonrası öpüşen aşıklar mı geliyor, gudik" diye de ekliyor.
"Sitmeseler bari" bakışı...
Şimdi de biraz burun kıvıralım:
Öykü derinliği yok. Nolan, Interstellar'dan sonra asıl izleyicisinin sayısalcı olduğunu fark etmiş, bunlar tarih anlatınca uyurlar diye olaya çok girmemiş. Çok diyalog da yazmamış, aksiyona-gerilime abanmış. Sonucu bildiğimizden çok gerilemiyoruz ama; itfaiyenin başarılı kedi kurtarma operasyonu gibi izleyip tebrik ediyoruz. Dunkirk'ün asıl önemi sivil teknelerin binlerce askeri kurtarmasıyken sadece bir tekneye odaklanılınca olayın büyüklüğünü anlamıyoruz. Mark Rylance'ın oynadığı tekne kaptanı Temel Reis olup tek başına dövecek herhalde Almanları diye düşünüyoruz.
"Sabahtan beri motor-pervane dinliyoruz. Bari savaşmak kötüdür diye bağlasalar" diye beklerken Nolan'ın İngilizliğinin tutması ve İngiliz kahramanlığı, İngiliz ulusu, Churchill övmesi de biraz üzüyor.
Ben de bazen Churchill övüyorum ama şu Churchill'i övüyorum. Sıcak havalarda süper gidiyor valla...
Tom Hardy maskesinin ardında ne var?
Genel olarak “Bunlar da kim la” dedirten genç erkekler oynuyor. Nolan, deneyimsiz oyuncuları da iyi oynatıyor gerçi. Askerlerin yüzlerindeki endişeyi, travmayı, “Acaba benim oğlan yüzümü unutmuş mudur? Mahallenin fırıncısına baba mı diyordur yoksa” gerilimini okuyabiliyoruz. Bir pilotu oynayan, ve birkaç telsiz konuşması dışında çok repliği bulunmayan Tom Hardy ise genel olarak maskeyle gösteriliyor, o da gözleriyle oynuyor. Nedense son filmlerinde bu herifi maskeyle oynatmayı tercih ediyorlar. Gizem yaratıp erotikleştirmeye mi çalışıyorlar adamı? Mezdeke mi lan bu?
Bir de filmde hiç kadın ama hiç oyuncu olmaması garip... Tamam, savaş meydanında kadın olmaması normal de, asker karşılayanlar arasında bile kadın olmaması? (Sette çok pis erkek goygoyu dönmesi)
Sanki veremliymiş gibi her filmde maskeyle oynatılan bir garip Tom Hardy...
Bu da naçizane, Tam Hardy'nin oynamasını önerdiğim bir kötü adam rolü...
Puan: IMAX sinemada 75, normal sinemada 70, ekrana düşünce 65 (Telefondan izlersen dee... Ne, telefon mu? Telefon ne lan, telefondan film mi izlenir?)
Zombi Ekspresi (Busanhaeng) - Kim demişti lan demiryolu en güvenilir ulaşım biçimidir diye?!
İngilizcesi de ‘Train to Busan’ olan Güney Kore yapımı filmin, Kore’de iyi gişe yaptığı söyleniyor. Önceki filmi Seul İstasyonu'nun da zombili bir animasyon olmasından anladığımız üzre, yönetmen Sang-ho Yeon; içinde istasyon ve zombi geçen şeylere tutkulu bir adam... Kendisi "Businnes Class'takiler de ölür" mesajı verirken, "Zombi salgını da doğal afet midir" diye sorduruyor.
Zombiyi tam kapatmak mı daha ekonomik, ayarını kısmak mı?
Küçük kızının doğum gününde gönlü olsun diye, onu ayrı yaşadıkları eşinin yanına götürmek için yola çıkan bir şirket yöneticisinin peşinden gidiyoruz. Tren, Busan kentine doğru yol alırken virüs kapmış bir kadın nedeniyle trende zombi salgını ve saldırıları başlıyor. Zaten millet yeterince C vitamini tüketmediği için virüs tüm ülkede yayılmış, kitlesel bir zombi istilasında önüne geleni ısırıyorlar. İnsanlar 'kendi canını kurtarma' ve 'birlikte direnme' arasında gidip geliyor, film de bunu sorgulatıyor.
Olayın gündüz saatlerinde geçmesi, "Acaba zombiler iş hayatının rutinliğini, sertliğini mi temsil ediyor" diye düşündürüyor. Ya da hızlı trenlerde denk geldiğimiz "Yüksek sesle konuşmayın", "Ayakkabınızı çıkarmayın" "Azıcık medeni olun" gibi duyuruları kaale almayan yolculara laf mı sokuyorlar?..
- Yine tren yolculuğu otobüsten daha iyi... İstediğin zaman kalkıp tuvalete gidebiliyorsun falan...
Boynumdaki morluğu görünce telaşlanan anneminki zombi korkusu mu?
Manipülasyon yapan medya, insanları düşünmeyen şirketler gibi eleştirilerle beraber "Hepiniz zombi olmuşsunuz" diyor yönetmen... Kendi çekik gözlü vatandaşlarını tembihliyor tabii, elin çocuğuna ne demeye hakkı var? Senaryonun bu incelikli dokunuşlarıyla beraber, filmin aksiyonu ve gerilimi de gayet yerinde... Yeni çayır bulmuş çekirgeler gibi hızlı hareket eden zombiler, iyi işleyen bir kurgu ve toplu oyuncu yönetimlerinin göz doldurduğu kalabalık mizansenler tatmin ediyor.
Yalnız kafama takıldı, o kadar figüran "ÇOV ÇOV" gibi sesler çıkarıp zombilik yaparken rollerine nasıl konsantre olmuşlar acaba? "Aldığım 50 kayme yevmiye, napıyorum ben? Şu sahneden sonra nasıl normal hayata dönüp kızımı kreşten alacağım?" gibi düşünceler geldi mi ki hiç akıllarına?..
- Arkadaşlar hemen binmeyin, önce ineceklere bi yol verin lütfen...
Puan: "Hollywood olsa 70'ti ama siz Korelileri daha bi seviyoruz biz" anlamına gelen bir 80
Brimstone - Vahşi Batı, Sapık Peder ve Jon Snow!
Az ama öz film çeken Martin Koolhoven'ın yazıp yönettiği filmin başrollerini Dakote Fanning ve Guy Pearce üleşiyor. "Oo kan varsa geliriz" diyen Game of Thrones'un Melisandre'si ve Jon Snow'u da yan karakterlerde görülüyor. Gerilimli bir western olan film, her halinden piskopat olduğu anlaşılan bir pederin (Pearce) kasabaya gelmesiyle hayatı tehlikeye giren dilsiz Liz'in (Fanning) kendisini ve küçük kızını korumaya çalışmasını ele alıyor.
Bi Pentagram konseri etkisi veriyor mu?
Filmin en büyük artısı, öyküyü 4 bölümde, zamanı ileri geri sararak anlatması. Bu bölümlerin ismi İncil bölümlerinden geliyor, yani bir Hıristiyanlık eleştirisi de göze çarpıyor. Sinematografisi yağmur bulutu ve yaş tahta renklerinde olan film şiddet dolu... Dilsiz Liz'in dile getiremediği cefaları görürken, kadınların cehennem hayatını da görüyoruz. Kan, kurşun, asma-kesme yakamızı bırakmıyor. Nedir bu kadının günahı, nedir şuncacık çocuğun günahı, şeytan bunun neresinde diye düşünüp duruyoruz.
Ölü bir bebekle başlayan ve birilerinin durmadan kesilip biçildiği film devam ederken direnmeye çalışıyoruz. “Biz Duvar filmindeki doğum sahnesini izlemiş adamlarız”, “Biz ki Game of Thrones’taki çük kesme, kafa koparma sahnelerine dayandık, koyar mı?" derken 2 buçuk saat öyle geçiyor...
Coşkulu bir şekilde deve sidiğinin yararlı olduğunu ispatlamaya çalışan piskopat peder...
Puan: Yaşından başından utanması gereken bir 65
Dünyada Bir Gece (Night on Earth) - Çiçek Taksi dizisinin jenerik müziği gibi bir nostalji...
1991 yılının filmi bu normalde... Jim Jarmusch ustanın en sevilesi filmlerinden biridir, kopyasını yenileyip yeniden vizyona koymuşlar, iyi etmişler. Film, 5 kısa filmden oluşur, 4 ülke ve 5 şehirde geçer. Farklı taksi şoförleri farklı karakterlerdeki insanlarla muhabbet eder: Ağzından "Kick your fucking ass" eksik olmayan siyahi, 'senden benden iyi gören kör', 'göçmen paylaço' derken rengarenk bir tablo oluşur. Farklı olsalar da hiçbir karakter zorlama değildir, Çiçek Taksi'nin şiveli Niyazi'sini, artist Kenan'ını nasıl benimsediysek, bunlar da öyle sevilesi, öyle benimsenesidir...
Bu arada madem İstanbul’daki taksilerde ses ve görüntü kaydı alınabilecek, kayıtlar boşa gitmese de Emniyet Müdürlüğü bu kayıtlardan bi bağımsız film çıkarsa bari... Bi' Jim Jarmusch’tan neleri eksik?
Puan: Trafik sıkışıklığından başlattığı muhabbeti "Yıkıcaksın bu AVM'leri" seviyesine getiren, sosyolojik bir taksiciye denk gelme ihtimali...
Diğer:
Haftanın kalan filmlerinden en ilgi çekici olanı, Fransız paparazzisinin göz bebeği Guillaume Canet ile Marion Cotillard çiftinin kendi yaşamlarını, ev hallerini (sarı bez?) canlandırdığı Rock'n Roll... Diğer seçenekler ise; bir cin kabilesinin akşam oturması niyetine bir kızın içine girdiği yerli korku Bezm-i Ezel, Belçika'ya gitseler de şivelerini kaybetmeyen iki salak adamı anlatan yerli komedi Kiki ile Miki Alatura, Taylan'a seyahat eden ABD'li bir çiftten -bağışıklığı daha düşük olduğu için- kadın olanının lanet kapmasını anlatan Ruhlar Evi, üniversite öğrencilerine dadanan gizemli bir şeyi ele alan (LYS'yi kazanamayan ruh, üniversitelileri çekemez) Saklambaç: Ölüm Oyunu...
Romantik birer Fransız oldukları için kazaklı da sevişebilen Cannet-Cotillard çifti...
SONUÇ - En son ne yaparsın bize?
Dunkirk filmi, şehrinde IMAX sinemaya sahip olanlar için, dev perdede savaş uçağı, maskeli Tom Hardy görüp en gelişmiş Dolby Atmos teknolojisiyle gemi motoru dinlemeyi arzulayanlar için biçilmiş bir kaftan... Nolan komik kedi videosu çekse yine giderim diyenler de buyursun tabi.. Bunun yanında, özellikle Zombi Ekspresi ve Dünyada Bir Gün filmleri sinemada deneyimlenesi, çıktıktan sonra ortamlarda anlatılası çok güzel işler, kaçırmamanız önerilir...
"Game of Thrones ortamını perdede yaşamak istiyorum" diyenleri Brimstone'a sevk ederek, "Bak ben manitayla geleceğim ona göre bize bi şeyler ayarla" diyenleri de Rock'n Roll'a yönlendirerek bu haftaki misyonumu da tamamlıyor, selamlar ediyorum...
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Haftaya aksiyonlu, gerilimli güzel filmler geliyor. Bu aralar iyi gidiyor vizyon. Maşallah de, nazar değmesin)-
(iletisimcevahiri Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et