Aşık Olduğu Gün Ölen Adam
Ne çaresi olmayan bir hastalıktan kurtulmuştu, ne de son anda feci bir kazadan. Yine de bir hediyeydi işte yaşadığı hayat onun için. Hiç gelmeyebilirdi dünyaya ya da bir yosunun ucu olabilirdi suyun içinde fatura ödeme derdi olmayan. Bir günlük ömrü olan bir kelebek de olabilirdi, her 6 saniyede bir zihnen yeniden doğan japon balığı da. Kocaman geniş çaplı bir hediyeydi hayat. Neden korksundu ki ölmekten? Verilmiş bir hediye gerçekten kime aittir? Parasını verip, uğraşıp gidip alana mı yoksa sırf belli duyguların emri olduğu için karşılıksız bir şekilde verilen kişiye mi? Ne olurdu bir yıl, on yıl, elli yıl ya da bir asır sonra tekrar isterse verdiği hediyeyi hediyenin gerçek sahibi?
Bütün bunları düşündüğünü varsayarak ve aslında bu sıralar en çok istediği şeyi aklından atmaya çalışarak uyandı. Bir şey lazımdı ona. Hayata tutunmak için bir sebep. Gerçekten korkmak için bir ilham kaynağı ve hiç yanından ayırmaya tahammülünün olmayacağı bir bağlanma duygusu pompalayıcısı.
En büyük spoiler’ı hikayenin başından yemiş bir okuyucu hevesi kaçkınlığıyla çıktı dışarı. Onu görmek istiyordu. O kimseyi, o şeyi. Ne olabilirdi düşünemiyordu bile. Bu onun aklının ermeyeceği ilahi soruların cevapları gibiydi. Hiç canlandıramadı kafasında. Bir yüz ya da şekil seçemedi ihtiyacı olana. Yalnızca yürüdü. Ekmek almak için girdiği fırındaki üzeri unlu elemandan iki ekmek istedi. Yine ve yeniden tam pişmemiş ekmekleri ikiye bölüp verince bu kendini gıcık etmek için yaratılmış bünye, elinde bir silah olmasını diledi. Tetiği çekerek fırıncı çocuğu kafasından vurup ”Bir gün de iyi kızarmışından versen ölür müsün ulan” demeyi ne çok istedi. Onu görmekten bile daha çok neredeyse. Etrafa dağılan beyin ve etlerden kıymalı yapabilirdi fırında ya da lezzette yeni bir soluk olabilecek ”beyinli”. Beyinli ya da beyinsiz herkes tatmak isteyebilir bu lezzeti diye geçirdi aklından. Bir beyin, hanımıyla beraber lüks bir restoranda beyinliyemeye geldiğini hayal etti kendine bir lütuf olarak verilmiş beyniyle. Çok defa beyin yemişti kellecilerde. Tadı güzeldi. Aslında reklamı iyi yapılsa fena fikir değil diye düşündü kana bulayamadığı fırından elinde tam pişmemiş ekmeklerle çıkarken.
Geçenlerde aşık olmak ile ilgili bir şey duymuştu. ‘Aşkın ömrü şu kadardır’ diye kafa ütüleyen herifin tekine karşı tez olarak bir hanımefendi ‘ölümsüz aşklar tarih boyunca yaşanmış ve hatta edebi eserler olarak karşımıza çıkmıştır’ diyordu. O gün bu saçma tartışmayı daha fazla dinleyemeyeceğine karar verip kanalı değiştirmiş ve bütün koyvermişliği ile basketbol maçı özetlerini izlemişti. Birden bire nedense aklına geldi o tartışma. Bir şeyin sınırlı ya da sonsuz olduğunu tartışmak ne kadar manalıydı ki? Hayat mesela sonsuz mu? Değil. Ölümden sonra yaşam varcılar için bile bu hayatın bir sonu var, başka bir hayat başlayacak olsa bile. Aşk gibi hiç yaşamadığı bir duygu neden ölümsüz olsundu ki? Bu konuya neden bu kadar kafayı taktığını kendi de anlayamadı ve kızdı kendine bu saçmalıkları düşündüğü için. Neydi bu? İçindeki boşluğun sebebini anlatmaya çalışan bir ipucu görünümündeki dışavurum mu? Evine giden yolu değiştirdiğini ancak oturduğu bankta dalgın bir şekilde denizi seyrederken anlayabildi.
Genelde simit atılır martılara. Neden bende bilmiyorum gerçekten. Niye simit yani? En az dört yıl üniversite okuduktan sonra hayata karşı olan korkaklığını kıramayıp garantici olma içgüdüsüyle Kpss’yi kazanıp 8-5 çalışan sıkıcı memurlar mı bu martılar? Neden simit diye düşündü elindeki ekmeğin ucunu kopardığını yeni yeni fark ederek. ”Simit yoksa ekmek yiyin lan sayın martılar” diye bağırmamak için kendini zor tutarak ayağa kalktı ve elindeki ekmeği küçük parçalara ayırmaya ve teker teker atmaya başladı martılara. Martılar ”ne ekmeği evladım biz sadece simit yeriz” diyecek gibi baktıktan sonra atılan ekmekleri havada kapmaya başladılar.
Elindeki son tam pişmemiş ekmek parçasını da martılara attıktan sonra bir rahatlık çöktüğünü hissetti içine. O ekmekleri yemeyip martılara atmak baş eğmemekti sanki hayatın sıradanlıklarına ve öz kütlesine. Ezilmiş öz güvenine şöyle bir baktı ve tutup elinden ayağa kaldırdı adeta. Bir an için dahi olsa baş kaldırmış olmak adaletsizliğe, içinde bir şeyleri -beş dakika daha sızlanmalarına aldırış etmeden- uyandırdı bütün gücüyle sarsarak. Çok gaza geldi gerçekten. Arada gelen gemi düdüklerinin sesi o birkaç on saniye süren ana denk gelseydi eğer, atlayabilirdi sahilden denize tüm korkularına ve yüzme bilmeyişine rağmen.
Koşan insanlar belirdi etrafında birdenbire. O meşhur maraton bugün müydü? Bugün olsa bile burada, sahilde olamazdı ya koca maraton. Bütün atletiklikleriyle ve marka eşofmanlarıyla kulaklarında kulaklık, ellerinde oksijenin eli koşan bu insanlar elbette kötü bir yere gidiyor olamazlardı. Tam onlara katılıp katılmama arasında kalmışken, koşan sportif insanlar arasında güzel bir kız çarptı gözüne..
Tam gözüne denk gelmişti gerçekten hatunun havada sallanan dirseği. Son anda tutabildi kendini karada. Denize düşmesine ramak kalmıştı ama zaten kafasının içinde bir yerlerde dünya yüzme şampiyonuydu ve denizden çıkabildiği tek zaman köpek balıklarının hırçınlaştığı ilkbahar günleriydi. Bir denizkızı tarafından ısırılacağı hiç aklına gelmemişti yüreğinden. Gözü yavaş yavaş kızarırken yüz yüz geldi onunla -evet o bir şey değildi o biriydi- ve öldü birdenbire o mahcup yüzün kurşunuyla. Öteki dünya demek böyle bir yermiş diye düşündü yere düşmüş halde onun elini tutarken.
Gözleriyle yıkandı, kalbine gömüldü, ellerinde yeniden doğdu aşık olduğu gün ölen adam sonsuzluğa.
(Jeffbuckley Brüksel'den bildirdi)
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et