Sarayın Gözdesi (Bahçeli'nin hayatı ve eserle... Şaka şaka, bu başka saray), Asla Gözlerini Kaçırma (188 dakikalık film için güzel isim)
Bu hafta 7 film var ve bunların 5'i hakkında konuşacağız. Ve de bir şey diyeyim mi, ben bunların 5'ini de beğendim lan! Bazen işte böyle her b.ku beğeniyorum, "Ooo yapım tasarımı enfes", "Fihuuyy müziklere bak", "Oha konu ne acayip" derken benden de nasıl eleştirmen oldu, bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da bu hafta yazacağım filmler: Oscar'a 10 dalda aday olan 'Sarayın Gözdesi', güzel bir animasyon serisinin son filmi 'Lego 2', 188 dakikalık dönem filmi 'Asla Gözlerini Kaçırma', western türünde 'Sisters Biraderler' ve yerli-babalı festival filmi 'Babamın Kemikleri'.
O zaman, hazır Yorgos Lanthimos demişken (aslında demedik, bu abi Sarayın Gözdesi filminin yönetmeni) onun hakkında çekilmiş ayrıntılı bir video koyalım şuraya, aşağıdaki arkadaşlara da abone olup yazımıza geçelim:
Sarayın Gözdesi (The Favourite) - Yorgos Lanthimos kafası abi ya...
Yunan Yeni Dalgası'nın yıldız ismi Yorgos Lanthimos'un, Oscar'da 10 dalda, BAFTA'da 12 dalda aday gösterilen ama sanki toplamda 3-5 ödül anca alabilecek olan ve Lanthimos'un "Ta..ak mı geçiyonuz la benle" diye sinir krizi geçireceği son filmi. Köpek Dişi, Lobster, Kutsal Geyiğin Ölümü filmlerinden tanıdığımız yönetmen, bu filminde de sevdiği oyunculardan Rachel Weisz'ı, Oliver Colman'ı oynatmış, yanlarına bir de Emma Stone'u eklemiş, ama o da ne güzel eklenmiş! Senaryoyu ise çeşitli dizilerden bildiğimiz Tony McNamara ile hiçbir yerden bilmediğimiz Deborah Davis yazmış.
Geçen hafta giren İskoçya Kraliçesi Mary gibi bir konu: 18. yy İngiltere'sinde bir kraliçe ve yine kadınlar arasında cereyan eden taht oyunları. Kraliçe Anne'ın (Olivia Colman) en yakınında durup onu yönetmeye çalışan Lady Sarah (Rachel Weisz) ve Sarah'ın kuzeni olup da sarayda statü edinmeye çalışan Abigail (Emma Stone)... Bu üçlü entrika olayını 8'e bölüyor film, her bölüm başında bölümün ismi garip bir yazı biçimiyle çıkıyor. Aynı zamanda her bir bölüm, filmin bir sekansı oluyor, 8 sekanstan oluşan 3 perdeli klasik anlatı yapısındaki senaryonun hakkı veriliyor. (Merhaba, ben genç senarist Murat, senaryo çalışıyorum bu aralar. Romantik komedi çekmek isteyen tanıdığınız var mı?)
1700'ler İngiltere'sinde Yalçın Küçük'e denk gelince...
Bol bol Emma gözü görmek...
Böylece Emma Stone'un saraya girişini, yükselişini, gelgitlerini aşama aşama görürken en çok da Emma Stone'un yakın plan yüzüne maruz kalıyoruz. Yönetmen yakın çekim Emma Stone suratına girmeyi çok sevmiş, sanki Stone "Şimdi nasıl bi oyunculuk yapayım Yorgos abi" demiş de Yorgos "Sen dur öyle, gözünü biraz daha aç, heh, çekiyorum" demiş gibi. Emma'nın yüzünü gözünü görmekten hoşnut kalıyoruz tabii, "Oha ne değişik mavi gözmüş, kağıt kalem alayım da şu maviyi analiz edelim" diye izliyoruz. Bu arada değişik karakterinin avantajını kullanan Olivia Colmann'ı da sakin telaşsız oyunuyla Rachel Weisz'ı da seviyoruz.
Dokunuşunu her sahnede hissettiren yönetmenliği de seviyoruz. Bazı yerleri eğiyor, yamultuyor, bazı yerleri düzlüyor, Emma Stone gözlerini açığa çıkarıyor ve sayesinde fıstık cillop gibi bir film izliyoruz.
Bir de her dönem filmi gibi bol peruklu bir film izliyoruz...
Nasıl bir film bu? Şöyle madde madde sıralayalım:
* Herkesin birbirini ezdiği, aristokrasinin görsel olarak da bütün iğrençliğiyle gösterildiği,
* Kurguda üst üste binen görüntülerle "Bakın şimdi olaylar nasıl karışacak" dendiği, entrikanın harlandığı,
* Müzik ve seslerin iyi düşünüldüğü, normalde soundtrackten dinlesek baş ağrıtıcı olabilecek battırı battırı ritimlerin iyi yaratıldığı... Tekrara dayalı ritimlerin gerilimi de artırıcı bir işlev gördüğü,
* Yönetmenin gün ışığından bol bol yararlanarak, ters ışıkta gündüz çekimleri yaparak karakterleri doğal kıldığı,
* Yönetmenin karanlıkta, mum ışığında da bol bol çekim yaparak, bu sefer de aristokrasinin karanlık yüzlerini, gizlerini ortaya çıkardığı... Ve burada cidden mum ışıklarından ortam yaratıldığı... Görüntü yönetmeni Robbie Ryan'ın fazla yapay ışık kaynağı kullanmadığı, bu sinematografinin "Barry Lyndon çeken Kubrick misiniz lan siz, hayırdır?" dedirttiği... (Niye düzgün yüklemli cümle kurmuyorsam?)
- Koca kraliçeyim bi tane ampul yok sarayda... Si.erler böyle kraliçeliği...
Son söz: Balık gözü lensin bu kadar kullanmasına çok gerek yokmuş sanki ama, iyice başımız dönsün mü istemiş, Tuborg birayla Efes birayı karıştırmışız gibi kafa olalım diye mi yapmış ki? (Fakir olduğum için aklıma gelen en çılgın kafa böyle bir şey)...
Puan: Mum ışığının aydınlattığı bir 80
Lego Filmi 2 (The Lego Movie 2: The Second Part) - Lego temalı 4. film olsa da 2. filmmiş gibi davranan işgüzar...
Orijinal ismine göre, Lego'nun ikinci filminin ikinci part'ı... Animasyonlar da böyle sapıtabiliyorlar bazen, evet. Ya da Lego serisinin dalga geçtiği klişelerden biri de olabilir bu. Ya da klişeyle dalga geçiyormuş gibi yapıp paralarına bakıyor da olabilirler. Hepsi olabilir... Sonuç olarak Mike Mitchell'in yönettiği bu yapım, oldukça zekice başlayan ilk filmin ve Lego Batman'in devamı ve de Lego Ninjago'yu sayarsak 4. yapım...
Tam da süper kahramanlar şehri kurtardığı sırada, çok şirin ama acımasız uzaylılar geliyor ve yine birtakım legoların ortak bir amaç uğruna, neşeyle birleşmesi gerekiyor. Mesaj, önceki filmlerde olduğu gibi açık ve net: Ortak düşmana karşı birleşmeli, faşizme karşı omuz omuza savaşmalıyız! Sol olarak bölünmemeli, faşizmi döktüğü kanda boğmalıyoz diyor yani... Şaka şaka, hiç çocukça olmadı zaten bu. Zaten bu filmde de birleşme mesajından öte, toplumun istediği sert erkek - güçlü kadın imajını törpülemek ve "Nasıl hissediyorsan öyle ol kardeşim" mesajı vermek amaç....
Nasıl bir ortamsa bu, şuraya bi Atilla Taş kafası yapıştırsalar yadırgamazsın...
45 dakika reklam izleyip bi de üstüne reklam mı izleyeceğiz?
Aslında bu seri, koca bir oyuncak reklamı. En son THY, çocukları uçak düşünce boğularak ölmeye şirin bir şekilde hazırlamak için güzel reklamlarında kullanmıştı hatta bu sempatik karakterleri. Bu sempatik lego karakterlerle beraber bu filmde, ilk filmin sonunda twist olarak çıkan normal düz insanlardan oluşan aile daha çok görünüyor ve bunlar aşırı düz oynadıkları için 'reklam filmi ailesi' gibi duruyor. Ama normal düz insanların çıkmadığı her yer renkli ve çok eğlenceli.
Animasyon haline bakmadan birtakım film türlerine gönderme yaparak yetişkinlere de hitap etmesini, biliyor film. Ayrıca filmin başındaki post apokaliptik evren de iyi. Ve sonuç olarak çoluk çocuk gidilir. Gidilir ama filmden çıkınca Lego mağazasından uzak durmanız önerilir. Olmazsa arka kapıdan kaçırın çocuğu, görmesin.
Şöyle bi oyuncak neyine yetmiyor mesela...
Puan: Legolardan yapılmış bir 70
Asla Gözlerini Kaçırma (Werk ohne Autor) - 188 dakika gözlerimizi nasıl kaçırmayacağız ya, el insaf!
Florian Henckel von Donnersmarck yönetiyor. Kim la bu uzun isimli adam dersen, teee 2006'da çekilmiş ve o zaman baya konuşulmuş olan Başkalarının Hayatı'nın yönetmeni oluyor kendisi. Sonra 2010'da Turist filmi geldi, onun başarısızlığından beridir film çekmez oldu. Ve nihayet yeni filmi geldi, hem de öyle bir geldi ki 188 dakika olarak geldi.
Öncelikle filmden çıkınca çoook uzun bir filmden çıkmış gibi oluyorsunuz, çünkü film çok uzun. Yani filmden çıktığımda düşündüğüm ilk şey, "Acaba biz burada film izlerken dünyada neler değişti?" oldu. Bir yerlerde kim bilir kaç milyon patlıcan satıldı, Atilla Taş kaç tane muhalif paylaşım yaptı, belki de alkole, sigaraya zam geldi de haberimiz olmadı... Diğer yandan da uzunluğunu hissettirmiyor film ve aslında bu uzunluk öyküye uygun. Peki nedir filmin öyküsü?
Gerçek hayatta yaşadığı için muhtemelen hiç de filmdeki kadar ilgi çekici olmayan gerçek bir öyküden esinlenen bir ressam karakteri, çocukluğundan itibaren, nerden baksan bi 30 yıl izliyoruz. Ve işin güzel yanı da bu 30 yılın aslında tek bir eserin yaratım süreci olması ve de bu 30 yılın dönem Almanya'sı için 300 yıllık gelişmelere gebe olması: Naziler, Doğu Almanya-Batı Almanya bölünmesi, duvar muvar...
- Tanımadın mı oğlum, babaannen, öp bakayım elini...
Popoşok...
Film dönemin politik atmosferini de farklı sanatsal akımlarını yansıtıyor ve aşk olmadan 3 saat film izlenmeyeceği için ressamımız bir de aşk yaşıyor. Bu aşklı meşkli kısımda Ellie karakterini oynayan, Transit filminden de hatırladığımız Paula Beer'in güzelliği devreye giriyor. Yönetmenimiz bu güzelliğin poposunu bol bol yakın çekim gösteriyor ve muhtemelen kadının yüzü kadar poposunu da görüyoruz. Tabii belki bu tercih çok sanatsal anlamlara geliyordur. Belki bu hayatın rutini içinde popolara bakmayı unutuyoruzdur, yönetmen buna dikkat çekmek istiyordur, olabilir...
- Eve gitsek de biraz popona mı baksam...
Yönetmenin esinlendiği ressam Gerhard Richter'ın tarzını* yansıtan soluk fotoğraf tadındaki resimleri görmek iyi geliyor. Bunun yanında filmin renkleri de adamın yaptığı resimler gibi zaten, griye yakın, fena durmuyor. Ayrıca pek muhteşem besteci Max Richter müziklerini konuşturuyor, her ne kadar Arrival filmindeki yer alan On the Nature of Daylight parçası kadar konuşturmasa da, filmi çekici kılıyor. Yani işte özetle, Sanat Tarihi dersi gibi film... Evet, blok ders... Hayır efendim, çay kahveyle giremezsin derse...
* Yanlışlıkla çamaşır makinesinde yıkanmış askerlik hatırası fotoğrafı tarzı...
Puan: Modern sanat eseri olarak müzede sergilenesi bir 75
Sisters Biraderler (Sisters Brothers) - İçinde neredeyse hiç kadın olmayan bir türde, western bir film...
Yıldız tablosu gibi oyuncu kadrosu var filmin. Hele hele hele şu isimlere bak: John C. Reilly, Joaquin Phoenix, Riz Ahmed ve Jake Gyllenhaal... Evet, hepsi erkek, çünkü bu bir kovboy filmi olduğu, 'at üstünde testosteron filmi' olarak tanımlanabileceği için normal... Yönetmen, Dheepan filmiyle Cannes almışlığı da olan Jacques Audiard ve filmi Patrick DeWitt’in Sisters Biraderler romanından uyarlıyor.
1854 yılında geçiyor öykü; soy isimleri Sisters olan Eli ve Charlie kardeşler, çok kanunsuz ve iyi nişancı olmalarıyla bilinir, Commodore denen adama çalışırlar. Şimdi de Commodore için, altın bulmayı kolaylaştıran bir formül peşine düşmüşlerdir ve kendi yaşamlarından çok memnun değillerdir gibidirler. Zıt karakterdeki ikilinin iyi kullandıkları silahları, aslında onların psikolojik eksikliklerini tamamlar ve 'Sisters Brothers' isminde, okumasını bilenler için ne büyük psikolojik anlamlar vardır.
Bunun yanında, herhangi bir western filmde olduğu gibi uzunca bir yol var işte; hem karakterleri tanıyalım hem de dönüşümlerini görelim diye. Silahlı çatışmalar az, daha çok karakter çatışması var. Sakin anlatılı bir western bu. Görüntüler üzerine çokça düşünülmüş, çokça gözümüze çarpan yeşil ve kırmızı tonlar yer yer tablo gibi duruyor ve bu renklerin kontrastlığı filmdeki karşıtlıklara dikkat çekiyor.
Ya da şöyle diyeyim: Birtakım psikopat adamlar birbirine silah doğrultup birbirlerini boğmaya filan çalışıyor, ağaç altında böcekler içinde uyuyup ahır mahır yakıyorlar. Muhtemelen tuvalet kağıdı da kullanmıyorlar. Pisler be... Ayı gibiler.
- AYI GİBİYİİİZ...
Puan: Dört nala giden bir 75
Babamın Kemikleri - Yerli olduğu için eleştirmenlerin çok yüz vermemesi gereken bir festival filmi...
Özkan Çelik'in yönettiği filmde başroldeki Cem Davran dikkat çekiyor. Evet onu da böyle komiklik yapmayan bir rolde görmek güzel. Adana Film Festivali'nde izledim ben bu filmi; nihayet vizyonda görmek nasip oldu. Organize İşler 2 sinemaları işgal ettiği için, kıyıda köşede birkaç salonla vizyona girmeye çalıştı, gücü yettiğince girdi.
Film, baba ile oğulun yola çıktığı ve Ömer isimli babanın da babasının kemiklerini aradığı, bir kuşak çatışmasını bekraahundu (backround: arka plan) barındıran bir yol filmi... Aile içi hesaplaşmaları ve absürt mizahı Kelebekler'i andırıyor, damakta özgün bir tat bırakıyor. Karakterler kökenlerine yolculuk yaparken senaryo kara mizaha geçiş yapıyor. Senaryonun birden mizaha geçmesi beki hoşunuza gitmeyebilir ama ben festival filmi kasvetini dağıttığı için iyi buldum bu tercihi. Goygoy güzeldir.
Evet film, iyi bir ritim tutturuyor, sürprizleri hoş duruyor ve son dönem Türkiye sinemasının babamın kervanına katılıyor: Babamın Sesi, Babamın Ceketi, Babamın Kanatları, Babamın Kemikleri... Böylece bi Babamın Dörtlemesi'nden bahsedebiliyoruz. Bir de Annemin ile başlayan filmler var: Annemin Yarası, Annemin Şarkısı... Maalesef bu sadece iki tane, Annemin İkilemesi olabiliyor anca. Keşke Babamınlı filmlerden bir tane alıp komşuya, Anneminli filmlere verseydik.
- Tam olmak ya da olmamak diyeceğim, besmele çekesim geliyor...
Puan: Babamın 70'i
Diğer:
Mucize Uğur Böceği: Evet bunu da uzun uzun yazacak değiliz. Haftanın animasyonu; sizin velet Lego 2 filminden tatmin olmazsa buna doğru atarsınız.
Sir-Ayet: Bunu da uzun uzun anlatacak değiliz. Bu da haftanın yerli korkusu; liseli kuzeniniz "Hayır ben sanatsal film izlemeyeceğim" diye tutturursa buna doğru atarsınız onu da.
SONUÇ - Evde oturup sabah akşam Lanthimos mu izleyek?
Uzun uzun bahsettiğimiz filmlerin hepsini de önerebilirim size; The Favourite, yani Sarayın Gözdesi başta olmak üzere. Diğer filmleri de şöyle sıralayabilirim: Sisters Biraderler > Asla Gözlerini Kaçırma > Babamın Kemikleri > Lego Filmi 2... Ayrıca, içimden geldi, size bir de Yorgos Lanthimos filmografisi sıralayayım hadi: 1) Köpek Dişi 2) Lobster 3) Kutsal Geyiğin Ölümü 4) Sarayın Gözdesi 5) Alpler.
Twitter: @duraladam
-BİTTİ (Haftaya vizyon yazmasak da yönetmen dosyası filan mı yapsak ya? Canım çekti...)-
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et