Dogville'den Brazil'e... ''Film mi izliyoruz bulmaca mı çözüyoruz?'' Dedirten Metaforlu Şeyli Filmler...
(Attention: Buradan sonrası yoğun spoiler içerir)
1. DOGVİLLE (2003 / Lars von Trier )
Dogville; aslen Danimarkalı olan ve anti-Amerikan olduğu iddia edilen yönetmen Lars Von Trier’in kara tahtadan ilham aldığı tuhaf filmidir (gerçi hangi filmi normal ki?).
Nicole Kidman, Grace adında güzel, yardımsever ama kibirli bir karakteri canlandırıyor. Bu filmde anlatılmak istenen birçok mesaj var. Ama migreninizi tutturmak gibi bir niyetim olmadığından kısaca bahsedeceğim. Dağlar arasında kalmış bir Amerikan köyünde geçiyor film. Ama bu köy bildiğiniz gibi değil. İlkokuldaki kara tahtanızın tüm kasabanın zeminini temsil ettiğini düşünün. Tebeşirle de evlerin ve sınırların çizildiğini, hiçbir somut duvar olmadığını. Soyut olsa da mekânların birbirinden ayrıldığını düşünün. Görsel zekâsı bu kısma yetmeyenler için filmden bir kare ekliyorum.
Filmin, izleyeni yabancılaştırmak ve ortam ile empatisini azaltmak için Bretchyen estetiği temel aldığı söyleniyor. (Aramızda kalsın; Trier zaten Bertolt Bretch’i de babasını da severmiş.) Neyse filmde kasabaya gelen Grace’e bir bakıyorlar sarışın, eli yüzü düzgün bir kadın, elinden iş de geliyor. Grace bu kasabada saklanmak için milletin getir götürünü yapıyor. Neyden, kimden saklandığını da kimse sormuyor zaten. (Biz kendi köyümüze gidince bile ayak üstü on soru cevaplıyoruz.) Herkesin yardımına koşuyor, hümanist bir melek adeta. Başlangıçta normal görünen kasabalıların içinden daha sonra adeta Yeşilçam sapığı ve Arka Sokaklar dolandırıcısı çıkıyor. Kadına tecavüz etmekten tutun da zincirlemeye kadar her türlü iğrençliği yapıyorlar. Sonuna kadar izleyebilirseniz, etik ilkelerinizi, insanlık sevginizi ve topluma karşı olan anlayışınızı (varsa tabii) bitirebilecek bir film, benden demesi.
2. BRAZİL ( 1985 / Terry Gilliam)
Brazil; uçuk kaçık, eleştirel ve ironik filmleriyle bilinen yönetmen Terry Gilliam’ın kapitalizm eleştirisi yapan distopya filmi.
Önyargı yıkan açıklama: Brezilya belgeseli falan değil, Brezilya’da geçmiyor. Adı neden Brazil derseniz, yazının devamında anlayacaksınız.
Totaliter devlet (Dediğim dedik, astığım astık) yapısı içerisindeki, Enformasyon Bakanlığı’nda dijital bir daktiloya minnacık bir böcek girmesiyle bir isim yanlış yazılıyor. Bay Tuttle oluyor size Bay Buttle. Böylelikle suçsuz, işinde gücünde birini haksız yere işkence ede ede konuşturmaya çalışıyorlar. Bu karışıklığı ise aklı bir karış havada olan Sam fark ediyor, olayı araştırmaya başlıyor. Etliye sütlüye karışmayanlar rahatça kahvelerini yudumlarken, devlet Sam’in peşine düşüyor.
Film genel olarak hatalı bir sistemle işleyen bir devlet yapısını eleştiriyor aynı zamanda da tüketim toplumunu yerden yere vuruyor. Hatta insanlar o kadar hipnoz olmuş ki, lokantada yemek yerken yanlarında bomba patlıyor ama yemek yemeye devam ediyorlar.
Filmin adı hakkında çeşitli atıp tutmalar:
Atma: Terry Gilliam filme en başta “1984 Buçuk” adını verecekmiş. Orwell ve Fellini’ye göz kırpmak istemiş, izin vermemişler.
Tutma: Brazil adını ise, bir limanda otururken sisli havada çalışan liman işçilerine bakarak : “Bu işçilerden biri Ary Barroso’nun Brazil adlı şarkısını dinleyip hayaller kursa…” diye düşünüp filme uygun görmüştür.
3. TOUKİ BOUKİ (1973 / Djibril Diop Mambéty )
Afrikalı Godard diyebileceğimiz yönetmen Djibril Diop Mambety’in, bir çift Afrikalı gencin Paris’e kaçmak için yaptıklarını anlatan filmidir.
Bonnie and Clyde ikilisini andıran Mory ve Anta (Fiziken değil) , Afrika’dan kaçıp Paris’e gitmeye çalışıyor. Biri öğrenci biri çoban. Hadi çobanı anladık da öğrenci olan neden kaçıyor derseniz, Afrika mı Paris mi diye düşündüğünüzde siz de Paris’e gitmek isterdiniz herhalde.
Bu filmi tuhaf kılan birkaç nokta var. İlk olarak ismi davula vurunca çıkan bir ses gibi geliyor kulağa. İkincisi; ses ve görüntü kullanımının 1973 Afrika sinemasını, hatta dünya sinemasını düşündüğümüzde çok deneysel olması. Tuhaf olmayan yanı ise; ülkesinden kaçmak isteyen iki gencin olması. Kaçmak, gitmek, bazen de "Coğrafya umarım kader değildir” diye iç geçirmek, Afrika’ya has bir durum değil.
Film baya deneysel ve de gerçekçi. Kurgusu ise yeni dalga akımını andırır şekilde filme uygun biçimlendirilmiş. (Bu yüzden Afrikalı Godard diyebiliriz) Tek kötü yanı, kameraya doğru bir hayvanın boğazını kestiklerinde: “Al işte sana Afrika filmi…” deyip gözlerimi kapatmamdı. Hatırladıkça: “Acaba ben ırkçı mıyım?” diye kendimi sorgularım.
4. BLOW-UP (1966 / Michelangelo Antonioni)
Blow-Up; İtalyan sinemasının ustalarından biri olan Michelangelo Antonioni’nin (İsmi ezberleyip ortamlarda bahsederseniz cool görünürsünüz.) olaylara karşı olan bakış açınızı değiştirebilecek filmidir.
1960’lı yıllarda Londra’da yaşayan moda fotoğrafçısı Thomas’ın, parkta çektiği bir fotoğrafı büyüterek farklı bir ayrıntı keşfetmesi ve bunun peşine düşmesini izliyoruz. Ayrıntı dediğime bakmayın, silahlı bir adam görüyor. Fotoğrafta da bir çift var. Diyor acaba bu silahlı adam bunları vuracaktı da, fotoğraf çektiğimi gördü ve vurmadı mı? Bu sırada biz de: “Acaba deli mi bu Thomas, hayal mi görüyor, gerçekten bir cinayet işlendi mi veya işlenecek miydi?” diye düşünüp duruyoruz. Sonra Thomas parka gidip de bir ceset bulunca işler karışıyor. Aslında ceset yerine bir vitrin mankeni bulduğunu söylersem, ne kadar tuhaf bir film olduğuna anlamış olursunuz. Filmi asıl tuhaf ve vurucu yapan son sahnesidir bu arada. Olmayan bir topla tenis oynayan pandomim makyajlı insanları görüyoruz. (Böyle anlatınca da filmi değil de bir kabusumu yazmışım gibi hissettirdi.)
İşte o final sahnesi:
Filmin ne gösterdiğine değil de ne anlattığına odaklanırsanız, (İyi bir çocuk olsaydınız şirinleri görebileceğiniz gibi) bu filmi ancak o zaman anlayabilirsiniz. Felsefi cümlemizi de kurduğumuza göre diğer filmimize geçebiliriz.
5. GİZLİ YÜZ (1991 / Ömer Kavur)
Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Ömer Kavur’un, saatlerle kafayı yemiş insanların hikayesini anlattığı filmi.
İstanbul’a okumak için gelen bir gencin (Fikret Kuşkan), parasız kalması sonucu pavyon fotoğrafçılığına başlaması ile olaylar gelişir. Şimdi çekilseydi o genç, Kadıköy’de barmenlik yapardı muhtemelen. Neyse, bir gün gizemli bir kadın (Zuhal Olcay) bu gencin çektiği tüm fotoğrafları görmek istiyor. 2 sene boyunca genç, çektiği her fotoğrafı bu kadına götürüyor. Kadın, insanların yüzünün hikaye anlattığını ve aradığı bir hikayeyi, fotoğrafçının getireceğini söylüyor.
Bir gün aradığı o adamı buluyor: Bir saatçiyi! (Rutkay Aziz) Zaten film, zaman ve yolculuk (Zamanda yolculuk değil!) üzerinden ilerleyip yüzlerdeki anlamlara doğru ilerliyor. Fotoğrafçı genç bu gizemli kadına aşık olduğu için, kadın kaybolsa da bir şekilde izini buluyor. Yani film aslında bir arayışı da konu alıyor. Bu filmi tuhaf yapan birçok açı olsa da, yüzlerdeki anlam arayışı, şehirlere verilen isimler (Şehirler Şehri, Garipler Şehri vs.) ve zaman kavramının başka açıdan işlenmesi gibi bazı noktalar daha fazla dikkat çekiyor.
Not: Bu arada filmin detaylı incelemesini ve alt anlamlarını YouTube kanalımda yakın zamanda yayınlayacağım. Şimdilik ben linki şöyle bırakayım. :) bit.ly/3e0x719
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et