20 Adet Festival Filmi, Arada Mazbata Muhabbeti, Hakan Muhafız'ın 2. Sezon Galası... 38. İstanbul Film Festivali İzlenimleri
İstanbullu olmak ne güzelmiş ya! Eskişehir’de otururken kıskanırdım, bu sene bana da nasip oldu: Evden çıkıyorsun sanki fırından ekmek alıp gelecekmişsin gibi “Ben festivale gideceğim” diyorsun, hoop 10 dakikaya bir filmin galasındasın, 2-3 tane Avrupa filmi izleyip mesaini sonlandırıyor, yoğurt alıp dönüyorsun eve. Evet bu şekilde festivali başından beri takip ettim, Türkiye’de ilk kez gösterilen filmlerin merakı, mazbatasızlığın gerilimi derken heyecanlı bir hafta geçirdim. Şu ana kadar 20 film izledim ve tüm izlenimlerimi kısa kısa aktaracağım.
Hadi aktarayım:
4 Nisan Perşembe – Açılış ve partide bedava bira heyecanı
Bu gün seyircilere gösteri yoktu, basın gösterimleri vardı. İstiklal Caddesi'nde yürürken "Şu an ben sizin henüz izleyemeyeceğiniz bir filmi izlemeye gidiyorum" der gibi baktım ve ilk filmime geçtim:
Synonymes
İsrailli yönetmen, Nadav Lapid’in filmi, Berlin’de Altın Ayı’ya kavuşmuştu. Filmde, ülkesinden kurtulup Fransa’da kalıcı olmak isteyen bir İsraillinin yeni ülkesine, Fransızcaya Fransız kültürüne uyum sağlama çabasını izledik. Anladık ki sonradan öğrenilen dil bilincimize karşılık geliyorsa insanın anadili de bilinçdışıydı ve tüm bunları benim kıçımdan uydurmadığımı kimse ispatlayamazdı!! Evet, filmdeki karakter de böyle yer yer patlıyordu ve manyak karakterin kafa karışıklığından çok güzel sahneler çıkmıştı.
Puan: 80
Film çıkışında eleştirmenlerle birbirimize İKSV’nin o sabah biz eleştirmenlere dağıttığı bez festival çantalarını gösterdik, “Bak bunu bana İKASEVE aldı” dedik. Bu bez çantaları en azından A 101’e alışverişe giderken yanımıza alabilirdik.
Açılış gecesi
Göksel Arsoy ile Selda Alkor’un aldığı onur ödülleri iyi karardı, bu iki sevimli yaşlıyı sahnede görmek güzeldi. Asmalı Konak’tan, Çemberimde Gül Oya’dan bildiğimiz Selda Alkor sahneye çıkmadan, onun Yeşilçam filmlerinden genç halleri gösterildi, “Oha lan bu kadın zamanında genç miymiş?” diye şaşırttı. Selda ablaya ödülünü vermek için sahneye çıkan Nurgül Yeşilçay’ın göğüs dekoltesi ise geceye damgasını vurmadı (Şekil 1.0). Niye vursun la zaten, Televole miyim ben?! Ama Yeşilçam’ın çınarları, Yeşilçay’ın memeleri derken baya dikkatimiz dağıldı.
Şekil 1.0 Geceye hiç de bile damgasını vurmayan Yeşilçay dekoltesi…
Hazır dikkatimiz dağılmışken gidek dağıtak dedik ve parti yapacağımız mekana indik. Partiye inerken bir sürü ünlüye rastladık; Settar Tanrıöğen, Barış Atay, Leyla ile Mecnun’daki Erdal Bakkal’ın karısı, Olmaz Öyle Saçma Şey videolarındaki Nazım derken baya ünlü gördük. Partide bedava biraları fondipleyip dans ettik, dans ederken de eleştirmenler olarak “entelijansiya” “alegori” “izlek” diye bağırdık. Barış Atay “Koca milletvekiliyim” dercesine hiç dans etmeyip gitti hemen, azıcık dağıtsa ne biçim dedikodusunu yapacaktık ama bu partiden ayrılıp TİP'e katılması gerekiyordu muhtemelen...
Partide de böyleydi bu adam...
5 Nisan Cuma – Filmi milmi boş ver de şimdi, niye mazbata vermiyorlar lan bu adama?!
Polis barikatını aşarak (ara sokağı kapatmışlar) Fransız Kültür Merkezi’ne girdim. Aslında şu an Fransız sınırlarındaydık ve içeriden “Ekreeem” “Mazbataa” diye bağırsak sanki içeri gaz atamazlardı. Belli de olmazdı. Zaten akşamdan kalmaydık ve “Bunlar deneyimli, salon yerini biliyordur herhalde” diyerek peşine takıldığım eleştirmen grubu gösterim salonunu bulamayıp yanlışlıkla WC’ye gitmişti. Benimle beraber 4 kişi WC kapısına kadar gidip geri döndük. Neyse ki salonu bulduk ve bir ay önce Berlin'de gösterilen bir Makedon yapımını izledik:
Onun Adı Petrunya: Oldukça vasattı. Tek kazanımımız bir Makedonya filmi görmek oldu ama arkasında 5 ülkenin yapımcılığı olan bir filmde bu kadar basit işlenmemeliydi olay. Ya da o kadar çok yapımcı karışınca mı her şey girmişti filmin içine? (Güçlü kadın, ataerkil sistem, işsizlik, din, yozlaşmış siyaset...) Her yapımcı ülke, şu da olsun diye bir tema mı eklemişti? Neyse, puanım 40’tı.
Günün Filmi: Hangi Kadın? (Celle Que Vous Croyez)
Eleştirmen gösterimlerinde iki film arasını fazla uzatmıyorlardı, taşeron eleştirmen gibi çok kısa molalarla çalıştırıyorlardı bizi. 15 dakika mola verip Hangi Kadın filmine girdim. Sosyal medya, ilişki sorgulama ve küvette Juliette Binoche görme filmiydi bu Fransız yapımı. Tekrara düşmese iyiydi ama birçok yerini sevdim. Bir akademisyen olan Binoche, profilinde genç birinin fotoğrafıyla Facebook hesabı açıyordu ve genç bir fotoğrafçıya yürüyordu. Bakalım bu olay bir kişilik sorununa yol açacak mıydı ve Facebook kullanan mı kalmıştı mk?!
Bu arada Binoche tam küvette iken salonumuzun hemen yanındaki camiden ezan sesi ve hemen ardından Cuma hutbesi sesleri geldi, biraz irkilmedik değil. Biz bir Fransız mekanında Fransız geniş ilişkileri izlerken orada neler dönüyordu öyle?
- Tam şöyle çek. Instagramıma koycam...
Puan: 65
Piranalar: Günü üçlemek için ve Berlin’den de senaryo ödülüyle döndüğü için izledim bu İtalyan yapımı filmi. Fazla ortalamaydı. Amatör oyunculuklara yaslanıyor, İtalya’daki yetişkin, hardcore mafyalara özenen çocukları gösteriyordu ama biz Çukur izleyen insanlara sökmezdi bu… Ayrıca Tanrı Kent gibi bir karanlık mahalle filmi örneği varken bu film fazla atmosfersiz gelmişti bana. Puanım 60’tı.
6 Nisan Cumartesi - Modern teyzeler, gaz solcular ve kara delik
Bakın Nasıl Kıvırıyoruz: Güne Atlas Sineması’nda, Türkçeye böyle çevrilen bir Fransız filmi ile başladım ve yine Fransız ilişkilerinin genişliğine doydum. Woody Allen tarzı bir filmdi, içinde ilişkilere dair çok bir tespit olmasa da eğlenilesiydi. Oldukça teyzeli bir salondu ve bu festival teyzeleri, modern olduklarını göstermek için neredeyse her şeye gülüyordu. Puanım 60’tı.
Santiago, İtalya: İtalyan yönetmen Nanni Moretti’nin yönettiği belgesel, Şili’deki 1973 darbesinden sonra İtalyan büyükelçiliğine sığınan ve Napoli’ye kaçırılan darbe mağdurlarını ele alıyordu. Yönetmenden daha iyisini beklerdik ama ‘kafalar konuşuyor’ tarzı bir belgesel çekmişti. Belgeselin sonunda filmdeki solcular salondaki solcular tarafından alkışlandı. Ben de biraz gaza gelip “el pueblo unido jamas sera vencido” sloganını ıslıkla çalmaya çalıştım. Puanım 55'ti (Onu da ıslıkla verdim.)
- Neden hala vermediler mazbatayı?
Filmden sonra Beyoğlu Sineması’nda sinefil bir arkadaşla sinema muhabbeti yaptık ve benim bilmediğim filmlerden bahsederen çaktırmamak için hep hı-hı dedim. Yine de konuyu deneysel Avrupa sinemasından Yılmaz Erdoğan’a getirmesem iyi olurdu... Sonra da günün filmi High Life’ın basın gösterimine geçtim:
Günün filmi: High Life
Kara deliğe yolculuk yapan bir grup insanın uzay aracındaki sıkıntılı sürecini ele alan film, sabır istiyordu. Çünkü onların artık canına tak etmişlikleri, boşlukta kalmışlıkları seyirciye de geçmeliydi. Siberpunk türündeki filmlerde nasıl ki yüksek teknoloji-düşük yaşam formu varsa bu filmde de yüksek irtifa-düşük yaşam formları vardı. Çocuk, suç, kara delik, boşluk üzerine bir filmdi ve bunlar güzelce birbirine bağlandı. Uzay boşluğu görüntüleri terapi gibiydi, filmden çıkınca bi hafiflemiştim sanki. Hafif bir senaryo değildi ama: Kara deliğe ulaşmaya çalışıyorduk ama Dünya olmuştu bir kara delik ulan!
Yetmediği gibi filmi izledikten birkaç gün sonra çekilen ilk kara delik fotoğrafı geldi. Böylelikle kara delikler üzerine biraz makale okuma fırsatı buldum. Baya baya aydınlandım, makaleler biter bitmez de tüm bilgileri unuttum. Bu olay ufkunda gazlar çok ışıdığı için normalde karanlık olması gereken kara deliği bir siluet gibi görüyor muymuşuz neymiş… Öyle bi şeyler...
Soldaki filmdeki kara delik, sağdaki gerçek kara delik. Filmdekinin çözünürlüğü daha iyi, aynen...
Puan: 85
7 Nisan Pazar
Bugün film izlemedim. Hava güzeldi, yârimle, arkadaşlarla parkta oturdum. Her gün her gün çalışayım mı, bir gün de tatil yapmayayım mı? Hiç...
8 Nisan Pazartesi - Yönetmen cool'sa biz daha cool'uz!
Atlas Sineması’nın önünde, Dağ filmi öncesi kendimi sigaralarken, son zamanların yetenekli yönetmeni Emin Alper’i gördüm. Biriyle konuşuyordu. Ben de bir arkadaşla laflıyordum, sinemada film izleyen Nuri Bilge Ceylan’ı görüp çığlık atan insanlarla dalga geçiyorduk. O tiplere çok giydirince biz de cool olmak zorunda kaldık, Emin Alper'in yanına gidip “Merhaba merhaba Abluka Bey, Tepenin Ardı ne müthiş filmdi ama di mi yaa? Kız Kardeşler napıyor?” diyemedik.
Dağ: Yönetmen Yorgos Lanthimos ve David Lynch tarzı bir gerilim atmosferi yaratmaya çalışıyordu ama akıl hastalığı temasının hakkını verememişti. Denis Lavant'ın oynadığı sanatçı deli karakteri filmi alevlendiriyordu sadece biraz. Demek ki akıl hastalığı bir tercih de olabilirdi. Ya da ne bileyim yönelim mi desek? Neyse, film şaha kalkamadı sonuçta. Puanım 65'ti.
Müptezel ve sıyırmış rollerin vazgeçilmez adamı: Denis Lavant
Günün Filmi: Konformist (Il Konformista)
Evet, tee 1970’te çekilen, geçenlerde kaybettiğimiz İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’nin filmini bu günün filmi seçtim. Faşist yönetimin, irade gösteremeyen, sorumluluk alamayan konformist insana dayandığını bir kez daha gördük, konforumuzdan utandık. Yanımda oturan, koltuğuna sığamayan 'kilolu birey' eleştirmen arkadaş şu an konforsuzdu ama politik olarak doğru bir yerde duruyordu. Konformist, estetik olarak özenliydi; belirsizlik mavisi de, sevişme sarısı da, dans turuncusu da etkileyiciydi. Başkarakterin buhranı da kayıtsızlığı da yerindeydi.
Puan: 100
Derken Ankara’dan gelen sinefil bir arkadaşla bir üniversiteliye röportaj verip geçtik Beyoğlu Sineması’na, iki çay içip geçtik Joel filmine. Bu da Arjantin’den çocuklu bir filmdi; orta kararın biraz üzerinde, çocukları dışlamamamız ve öpmemiz gerektiğini öğütleyen. Bugün de böyle bitti.
9 Nisan Salı - Eleştirmenlerin yine çocuklu film görünce bayılması
Güne festival merkezinde, kendimi zorla Hakan Muhafız galasına davet ettirerek başladım. Sonra aldım biletimi Oyunbozan’a. Bakalım dedim, küçücük çocuk nasıl bozmuş büyüklerin oyunlarını da Berlin Film Festivali'ndeki en büyük dördüncü ödülü almış dedim:
Günün filmi: Oyunbozan (Systemsprenger)
Alman yönetmen Nora Fingscheidt, sığınma evleri hakkında belgesel çekerken oraya gelen 14 yaşında bir kızı görüp etkilenince çekmiş bu filmi. Annesinin sevgilisi tarafından istenmeyen ve kurumlara götürülüp "Sahiplenir misiniz bunu?" denilen, ama daha 9 yaşında öfke kontrol sorunu olduğu için hiçbir yerde barınamayan küçük kız performansı seyirciyi vuruyor. Ayrıca bu Benni karakterinin pembe renkli elbisesi, şirin çocuk anlayışı ile tezatlık kuruyor. Travmayı yansıtan kurgu numaraları, sert müzik, hiperaktif çocuğun filme kattığı ruh sayesine temponun nefessiz bırakması, peheey, neler neler… Film bittikten sonra da arkadaşlarla övmeye doyamadık.
Puan: 90
Daha sonra Burgonya Dükü filmini çok sevdiğim yönetmen Peter Strickland’in yeni filmi Lanetli Kumaş'ı izlemeye gittim. Fransız Kültür Merkezi’nin önü yine polis dolu, benim kafam ise “Ekrem İmamoğlu’na verecekler mi başkanlığı?” belirsizliğiyle doluydu. Asıl lanetli kumaş lacivert ceketti...
Lanetli Kumaş: Film absürt ve gerilimli olmaya çalışıyordu, tam ikisi de olamıyordu. Lanetli elbisenin içinde yıkandığı çamaşır makinesinin coşarak durdurulamaz olduğu sahneler güzeldi, onun dışında psikopat tezgahtarlardan oluşan mağaza örgütü ve katil elbise çiğ kaçıyordu. "Tüketim kültürünü mü eleştiriyor bunlar? Ne yani benim yarimin ayda 500 liralık sipariş vermesi de ayıp mı?" diye düşündüm, eleştiriyi çok derin bulmadım ve yönetmenin güzel deneysel kurgularından göremedim. Puanım 45 idi.
Yeni moda lanetli kumaş fabrikalarında köle gibi çalıştırılan siyahi kadınlar...
Diane: Sonra yine Lanetli Kumaş gibi festivalin uluslararası yarışmasında yer alan bu filmi izledim basın gösteriminde. Çok istemiyordum ama filmi izlemeyip de napacağım, başka işim mi var sanki deyip ikna ettim kendimi. Hitchcock Truffaut belgeselini çok sevdiğim Kent Jones’un ilk kurmaca filmiydi. Yaşlı hesaplaşmaları filan vardı, hatırlamak-unutmak-utanmak üzerineydi, beni yakalayamadı. Çıkışta tuvalete girip cücük sakalımdaki beyaz kılı incelerken puanımı verdim: 55
10 Nisan Çarşamba - Türkan Şoray izdihamında Hıncal Uluç gerginliği...
Sabah evde festival yaptım. Basına özel, online Festival Scope üyeliğimle Gözü Kara (Podbrosy) filmini ve Canım (Delband) belgeselini izledim. Canım, odağına aldığı yaşlı kadının duygusallığıyla, Gözü Kara sert Rus toplumu eleştirisiyle dikkat çekiyordu. O değil de birazdan City's sinemasında Türkan Şoray'la beraber On Kadın filminin restorasyonlu hâlini izleyecektik. (Türkan Şoray restorasyonsuz gelmişti.)
Türkan Şoray'ın hatrına günün filmi: On Kadın
Festivalde Yaşam Boyu Başarı ödülü de alan usta yönetmen Şerif Gören'in 1987 yapımı On Kadın filmi, kadın sorunlarına temas etmek için farklı sınıflardan, farklı tarzlarda dokuz kadını anlatıyordu ve filmin adı niyeyse On Kadın olarak kalmıştı. Tabii seyircinin derdi bu değildi, seyircinin derdi Türkan Şoray'ın salona geldiğinde kimin yanına oturacağıydı. Nitekim Türkan ablam salona geldi, filmi sundu, kendine yer bakarken bütün salon aynı anda "Türkan Hanım burası boş", "Türkan Hanım burası da boş" diye bağırdı. Herkes büyük Yeşilçam yıldızının yanına oturmasını istiyordu, anlaşılabilirdi ama salonun boş olduğunu da vurgulamış oldular, hoş olmadı.
Herkes arayı boşaltmış ki Türkan Şoray yanlarına oturabilsin diye...
Ne diyorduk, On Kadın: Türkan Şoray karakterlerin ruhuna girmişti girmesine ama bazı karakterler tekrar ediyor gibiydi ve evet ben bu filmi yeni izledim. Yıllardır restore edilmesini bekliyordum ki engin eleştirmen birikimimle şu yorumu yapayım: Bu filme 5 kadın da yeterdi!
Film çıkışı ise izdiham vardı, herkes Türkan Şoray'la fotoğraf çektirmeye çalıştığı için dışarı çıkamıyordu kadın. O hengame arasında bir adamın Hıncal Uluç hakkında 'eleştirmen' dediğini duydum. Bir an güvenlik görevlilerini yönlendirip adamı dövdürmeyi düşündüysem de vazgeçtim.
11 Nisan Perşembe - Macera ve durgunluk dolu bir gün...
Sabah amacım Filmloverss Lounge mekanına gitmek ve orada sanal gerçeklik filmi, 12 dakikalık Selyatağı'nı izlemekti. Ama adres sadece Kumbaracı Yokuşu olarak geçiyordu tanıtımlarda, yokuştaki herkese sordum, kimse mekanı bilemedi. O sıra baya ıslandım. Yağmur yağıyordu çok. E ben oldum Selyatağı lan! Hem sanal gerçek de değil, düz gerçek, hey yavrum hey... Sonra metroya binip tıpış tıpış eve döndüm. Ekrem İmamoğlu hâlâ tüm sayımlarda önde olduğu için metroyu sel basmadı. Eve gelip 3D gözlüğümle kedime baktım, korktu. Henüz bu teknolojiye hazır değildi.
Sonra çıkıp Berlin'de en iyi yönetmen ödülü alan Evdeydim, Ama filmine gittim. Gitmeseydim keşke, "Ben ne güzel evdeydim ama yaa" dedirtti. Filmi ne siz sorun, ne ben söyleyeyim, kısaca didaktik diyeyim, ruhsuz diyeyim. Fazla durgunluktan gına geldi, Taksim'e kadar yürüyüp şu filmi izledim:
Günün filmi: Sınır (Gräns)
Ali Abbasi'nin yönettiği bu İsveç filmi, Cannes'ın Belirli Bir Bakış bölümünde en iyi film seçilmişti, konusu ilgi çekiciydi; ucube diye itilen kakılan, yüzleri çirkin olsa da içleri temiz gibi olan ve farklı güçlere sahip iki insanın aşkını görüyorduk. Shape of Water'un arthouse hali gibiydi biraz, sert başlayıp naif devam etti. Koklayarak insanların duygularını hissedebilen karakter, filmi bir nebze götürdü. İki kez de elektrikler kesildi ve başkanımız Ekrem İmamoğlu olduğu için hemen jenaratör devreye girdi.
"Mis gibi kadınım, oynattıkları role bak" pozu...
Puan: 60
Günün galası: Hakan Muhafız 2. sezon
Benim bu diziyle çok alakam yoktu ama siz değerli okurlarıma bahsetmek için orada olmam gerekiyordu ve madem oradayım, kokteyldeki şarapları lüpür lüpür götürmem gerekiyordu. Bu arada festivalcilerin de diziyle çok alakası yoktu. Dizi gösteriminden önce yapılan söyleşide, festival direktörü Kerem Ayan oyunculara "Neden fantastik?" "Neden internet?" gibi çok genel sorular sordu mesela. Belli ki o da diziyi izlememişti, eheh... Olsun, koskoca iki dil bilen festival direktörü zaten Netflix açıp Hakan izlememeliydi.
Bu arada söyleşide Çağatay Ulusoy, sorulara karizmatikmiş gibi bir ses tonu ve entelektüelmiş gibi cümlelerle yanıtlar verdi. Mesela "3. ve 4. sezonların genel sıtrakçırını biliyorum, iyi" dedi. Evet, structure dedi ve evet, bu dizi daha çok uzayacak.
Uzun uzun düşündüm perdeye bakarken: Muhafız'ın genel sıtrakçırı ne kadar iyi olabilirdi?..
Galada gösterilen yeni sezonun ilk iki bölümüne gelirsek:
İlk bölümün başlarında iyi bir aksiyon var gibiydi, paralel kurguyla Sadıklar ve Ölümsüzler gösterilirken farklı bir şeyler olacak heyecanı vardı. Ama transfer döneminde aralarına yeni isimler katan Ölümsüzler'in korkutuculuğu yok ve aynı şekilde kadrosunu genişleten Sadıklar da bir türlü mistik, gizemli bir hava yakalayamıyor. Bir de anladım ki Hakan tam bir Türk kahramanı! Hakan'a yazılan gaz verici replikler Çağatay Ulusoy'un hem abartılı hem düz oyunculuğuyla birleşince ortaya "milli takımdan istifa edince İstanbul'un başına geçirilen Fatih Terim"i çağrıştıran bir şey çıkıyor.
Sonuç olarak konseyin işlevsizleştiği, Ölümsüzler'in "Bu Hakan İstanbul'un Belediye Muhafızı olamaz, oyları yeniden sayalım" diyerek soysuzluk yaptığı ve her şeyin çok aceleci bir şekilde gerçekleştiği iki bölüm oldu. İlk bölümün başlarındaki heyecan, Hakan'ın Zeynep'le beraber her yere hobidi hobidi koşma aksiyonuna yenik düştü. Faysal karakteriyle Okan Yalabık'ın oyunculuğu kurtardı bazı yerleri sadece. Keşke güçlü birkaç karakter daha yazılsaydı...
Uzun uzun düşündüm fotoğraf çektiren ünlülere bakarken: Kim la bunlar?..
12 Nisan Cuma
Yazı çok uzadı, kısa keselim artık. Cuma günü izlediğim, hem o günün en iyi filminden hem de festivalin en iyilerinden biri olan yapımdan bahsedeyim size:
Günün filmi: Mahvol, Mahluk, Mahvol (Muere, Monstruo, Muere)
Arjantinli yönetmen Alejandro Fadel'in yönettiği filmi eleştirmenlerin övdüğünü duymuş, beklentimi yükseltmiştim. Film, yarattığı atmosferden ve gerilim duygusundan dolayı kendisini soluksuz izletiyor, karanlık atmosferindeki görselliklerden birtakım anlamlar çıkarma şansımız da oluyor. “Hee" diyoruz, "demek ki insanın saldırganlık güdüsü ve cinsel arzuları aslında aynı yerden.... Heee Frooyd” diye düşünebiliyoruz. İlginç bir şekilde biraz Bir Zamanlar Anadolu’da filminin anlatısına yer yer de True Detective'in ilk sezon atmosferine kayıyor. Valla festival insana son günde keşif yaptırıyor...
Puan: 85
Cuma akşama doğru da deneysel Yem (Bait) filmini izleyip oldukça deneysel buldum ve artık yazı vaktim gelmişti. Şimdi de yazıyı bitirme vaktim geldi. Şöyle, festivalde en beğendiğim 3 filmi sıralayayım size, alıp başımı gideyim:
1. Oyunbozan
2. Mahvol, Mahluk, Mahvol
3. High Life
Alıp başımı gitmeden de hatırlatayım, festival 17 Nisan gecesine kadar devam ediyor, internetten bilet bulamasanız bile gişeye gidip numarasız bilet alarak salonlara girebilirsiniz. Şartları zorlayın biraz. Ayrıca uslu bir festival seyircisi olursanız bir gün Türkan Şoray sizin yanınıza da oturur...
-BİTTİ (O zaman ben koştur koştur başka bir filme yetişeyim)-
facebook'ta Paylaş twitter'a yolla Allah'a havale et